Toplumun adeta görünmez çimentosu olan o harika erdemden, sorumluluk bilincinden bahsetmek istiyorum bugün. Aslında hepimiz, doğduğumuz andan itibaren bir "irade sahibi varlık" olarak, yaptığımız her eylemin sonuçlarıyla ilgili bir hesap verme potansiyeline sahibiz.

İşte bu, bizi diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerden biri ve omuzlarımıza bireysel olduğu kadar, çok derin toplumsal sorumluluklar da yüklüyor.

Sorumluluk sahibi olmak, en basit tabirle, bir şeyi yaparken sadece kendimizi değil, çevremizdeki diğer tüm üyeleri gözetmek demektir.

Düşünün bir kere; evde annemize, babamıza destek olmak, onların fikirlerini ciddiye almak... Okulda öğretmenimize saygı göstermek, hepimizin kullandığı ortak alanları temiz tutmak...

Ya da en geniş anlamıyla toplum içinde, bir otobüste, bir sokakta, bir parkta saygı ve görgü çerçevesinde ilişki kurmak. Tüm bunlar, aslında o çok basit ama hayati önem taşıyan "sosyal sözleşmemizin" parçaları.

Davranışlarımızda, yaşadığımız sosyal çevrenin beklentilerini dikkate almak zorundayız. Çünkü bizler, doğası gereği diğer insanlarla ilişki halinde olan, tek başına var olamayan toplumsal varlıklarız.

Bu yükümlülükleri yerine getirdiğimizde, hem kendi benliğimiz daha sağlıklı bir yapıya kavuşuyor hem de toplumsal ilişkilerimizde aradığımız o dengeyi, o huzuru buluyoruz.

Peki, sorumluluk duygusunu alıp, onu iyilik yayma gücüne dönüştüren ne? İşte burada duyarlılık devreye giriyor. Duyarlılık; çevremizde olan bitene karşı sadece "ilgili" olmak değil, aynı zamanda hassas olmak, başkalarının duygularını önemsemek anlamına geliyor.

Duyarlı insanlar, adeta toplumun antenleri gibidirler. Onlar, yardıma muhtaç birini gördüklerinde yerlerinde duramazlar; empati, fedakârlık ve diğerkâmlık (yani başkasını düşünme) duyguları zirvededir.

O meşhur sosyal ilke, "Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma," tam da bu duyarlılığın özeti değil midir?

Dürüstlüğü ve başkalarının hislerini önemseyen duyarlı bir yaşam tarzı, iyiliğin toplumda kök salmasını ve toplumsal bağlarımızın çelikleşmesini sağlar.

Bu duyarlılığın ve toplumsal dayanışmanın en güzel, en mütevazı örneklerinden biri, Anadolu'nun pek çok yerinde yaşatılan o muhteşem uygulama:

"Askıda Ekmek." Bir düşünün: Fırından kendiniz için ekmek alıyorsunuz, fazladan birkaç tane daha alıp ücretini ödüyor ve "askıya" bırakıyorsunuz. Askıdaki bu ekmekler, ihtiyacı olan bir kardeşimiz tarafından, hiç kimseye hesap vermeden, sessizce alınıyor.

Bu uygulamayı bu kadar özel yapan şey ne biliyor musunuz? "Bir elin verdiğini öbür elin görmemesi" ilkesi! Yardım eden de, yardım alan da birbirini tanımıyor.

İyilik, sadece kendini var etme arzusuyla hareket ediyor ve bu gizlilik, hem yardım edenin gönlünü yüceltiyor hem de yardım alanın onurunu koruyor. Bu, gerçekten toplumsal birlik ve beraberlik konusunda hepimize örnek teşkil eden eşsiz bir davranış.

İnsan ilişkilerimizin güçlü ve erdemli bir yapı üzerine inşa edilmesi, sağlıklı bir toplum için elzemdir. Bu bağlamda, dinimiz İslam da bizlere çok net bir rehber sunuyor: “Emr-i bi’l-ma‘rûf nehy-i ani’l-münker.” Yani, "İyiliği emredip kötülükten sakındırmak."

Kişisel tutum ve davranışlarımızda Kur'an ve Sünnet'e uyarak iyiliği temel kılmak ve yaygınlaştırmak; kötülüğün karşısında dimdik durmak, sadece kişisel değil, aynı zamanda dinî bir sorumluluktur.

Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de, Âl-i İmrân suresi 104. ayetinde de buyrulduğu gibi: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Bu ilke, bizden sadece iyi olmamızı değil, aynı zamanda o erdemli tutum ve davranışları toplum içinde yaygınlaştırmayı da görev edinmemizi istiyor.

Gücümüz ve imkânımız ölçüsünde iyilik için gayret göstermek, sadece toplum düzenimize, huzurumuza ve sükûnetimize katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda erdeme dayalı güçlü bir medeniyetin de temelini atıyor.

AYŞE ŞEN BAYRAKTAR

Kaynak: Adab-ı Muaşeret Ders Kitabı-MEB