İlmî çalışmalarının bir sonucu olarak yakın tarihle alakalı gerçekleri açıklamış ama ismini zikretmediğim hakikat savaşçılarından af dileyerek başlıyorum.
“Yakın tarihle alakalı gerçekleri” kelimesi; “hangi gerçekler, kimin gerçekleri, neye göre gerçek?” gibi itirazlara yol açabilir.
Yakın tarih hakkında bilinenin dışında yazan/konuşan tüm kişilerin kaynaklarına bizzat ulaşmış değilim. Fakat “kabul görmüş anlayışın dışında” araştırma yaparak yeni şeyler söyleyenler hep dikkat çekmiştir.
Bu tür araştırmacılar özellikle akıllarda kalması için spot bir cümle kullanıyorlar: “Okulda öğrendiklerinizin hepsi yanlış!!!” Dur, hemen orada dur!
Bir defa Milli Eğitim’in okullarından mezun olmuş tüm öğrencileri sarsacak bir cümle bu. “Tüm öğrendikleriniz yanlış...”
Yani bir insana “bugüne kadar baba dediğin, anne dediği insanlar var ya, onlar senin gerçek annen değil, seni evlatlık almışlar!” der gibi bir şey.
Bunca yıldır kişisel tarihine ve milletin tarihine emin kanaatlerle teslim olmuş bir aklın, kabul edebileceği bir şey değil. Herkesin kabul edip okuduğu bilgiler, nasıl olur da yanlış olur?!
“Burası Türkiye! Burada her şey farklı işler.” gibi bir kalıp cümle kurmak istemiyorum ama duymadım da değil böyle bir cümleyi. İnsan genel kanaatini nasıl oluşturur diye işimize yarayacak bir düşünce metodu yakalamaya çalışırsak belki şunları söyleyebiliriz.
Bir olay hakkında elde edilen ilk bilgiler ve daha sonradan yine aynı konuda farklı kaynaklara/ kitaplara dayanarak elde edilmiş zıt manadaki ikincil bilgiler, bir zihinde toplanır. Sonra beynin ortasında kurulan bir terazide mukayeseler yapılır ardından bir kanaate varılır.
Bu kanaat dahi değişmez değildir. Çünkü daha başka yeni bilgilere ulaştıkça insandaki düşünce çizgisi değişir. Bence, bu konudaki yaklaşımım şuna benzer. Bir şiiri, şairin sesinden dinlemek; fon müziğinin tınısından veya herhangi bir görselin renklerinden üstündür.
Vurguyu, duyguyu sesine yükleyip kulağımızdan gönlümüze ikram eden şairin okuyuşu her şeyin üstündedir.
Ne demek istiyorum? Bir bilgi ilk kaynağından öğrenildiğinde sağlamlık derecesi çok yüksek olur. Kişinin kendi ağzından değil de ona şahit olmuş onun yanında duran onun aleyhine söz söyleyemeyecek bir insandan gelmişse o bilgi de değerlidir.
Bundan sonraki yorumlamalar çıkarsamalar hep ikinci planda kalır bana göre. Kurucu liderlerin güçlü karakterleri karşısında silik tutumlarıyla yer almış kişiler hayranlıkla yanındakini izler.
Gün gelir hatıra kitabını kaleme alır ve o gün gördüğü gerçekleri aklının erdiği kaleminin yettiği kadar yazar. İşte böyle eserler yakın uzak demeden herhangi bir tarihe yakından tutulmuş projektörler gibi aydınlatır.
Yakın tarihle alakalı gerek sosyal medyada gerekse televizyonlarda konuşan insanları dinleyince Bize öğretilen doğruların (!) tahtları sallanmaya başlıyor.
Önce bir kafa karışıklığı başlıyor, ondan sonra öğrendiklerimizi reddetme ruhuna bürünüyoruz. Tam burada aklımıza “etme bulma dünyası burası” sözü geliyor.
Çünkü “yakın tarih” diye bildiğimiz zaman diliminde yapılanların hepsi “ bin yıllık köklerimizi, geçmişimizi, geleneğimizi” reddederek kendini modern, çağdaş, seküler dünyada var etmeye çalışmış değil miydi? İşte buna “tarih tekerrürden” ibaret diyorlar.
Kim bu sarsıcı bilgileri bizlere anlatanlar, tek tek saymak istiyorum: Başta rahmetli Kadir Mısıroğlu, Yavuz Bahadıroğlu, Mustafa Armağan, Yaşar Gören, Yazıcı Osmanlı Cemil, Furkan Bölükbaşı, Fehmi İlkay Çeçen, Ahmet Anapalı, Fatih Tezcan, Murat Bardakçı, vb.
İlk başta dediğimi tekrar söylüyorum, ismini zikredemediğim ve bu konuda ciddi, güzel çalışmalar ortaya koyan insanları dinlemek lazım.
Lakin şu da çok önemlidir: Şartlanmış bir militan kafası taşımadan, önyargılı olmadan, doğrunun peşinde olmak amacıyla bu yolda yürümek lazım. Herkesin hem kendi tarihi hakkında hem de milletinin tarihi hakkında doğrusunu öğrenmeye hakkı vardır.
AHMET TAŞTAN