Tek Kanatlı Bir Kuş, Yaşar Kemalin vefatından önce yayınlanan son eserlerinden birisidir. Yazar, romanı 1969 yılında (46 Yaşında) yazsa bile 2013’te (90 Yaşında) yayımlamaya karar veriyor. Böylece bu eser yazarın muhtemelen kendisini en olgun hissettiği çalışmalarından birisi olmalıdır. Aslında öykümüz tam olarak bir roman özelliği göstermiyor. Yapı Kredi Yayınlarında normalden çok daha büyük bir puntoda 76 sayfa olarak basılan bu yapıt normal bir romanın puntosunda basılsaydı 30 sayfayı bile zar zor bulurdu.

Çehov yazımda bahsetmiştim, bazı yazarlar toplumu değiştiren kişi değil toplumun fotoğrafını çeken kişi olmak ister. Yaşar Kemal bu romanında eşkıyalara ve zulme meydan okumuyor yahut toplumun putlarına baltasını savurmuyor aksine onları bütün günahlarıyla beraber resmediyor. Zannediyorum ki eserin başarısı da buradan geliyor.

Yaşar Kemal, bu romanında “korkuyu” işliyor. Korkma eyleminin bir toplum için ne kadar mühim olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Korkularımız; ailelerimizi, devletlerimizi ve toplumlarımızı yönetiyor. Mekkeli Müşrikler de Peygamberimizden muhtemelen korkmuşlardı. Peygamberimize bütün beşeri zenginlikleri vaat etmeleri bunun bir örneği olmalı. Neden bu denli korktular? Zira Peygamberimiz, bilinmeyeni bilinir kılmakla mükellefti. Fecr Suresinde de değinildiği gibi onunla beraber gelen Kur’an, karanlığı yarıp aydınlığı getirmek üzerineydi. Yani İslâm aslında korkularımızın aslında ne kadar anlamsız olduğunu yüzümüze vurmaktaydı. Müşrikler, gerçekleri duymaktan çok korkmuşlardı. Peki, bizler nelerden korkuyoruz da konuşamıyoruz?

Romanımızın başkarakteri Remzi, Yokuşlu denilen ücra bir köşeye tayin edilir. Eşi Melek Hanım da onunla beraber geliyordur. Kasabanın yakınlarındaki bir istasyona inerler ancak Yokuşlu Kasabasına kimse gitmez/gidemez. Kime sorsalar kasabada kimsenin kalmadığı, şehrin boşaltıldığı ve orada korkunç şeylerin yaşandığı söylenir. Kimse kasabanın yanından bile geçemiyordur. Ne olduğuna dair kimse hiçbir şey bilmez, sormaz yahut araştırmaz. Sadece herkes korkar ve o kasabadan uzak durur.

Remzi ve Melek, Yokuşlu Kasabasının önünde bir çadır kurarlar ve elbet buraya birilerinin gireceğine inanırlar. Alamancı olan Zeliha Hanım ve Hüsam Bey onların yanına katılır, Zeliha korka korka kimsenin kalmadığı kente tek başına giriş yapar ancak sadece kuşlar, karakol, kaymakamlık ve Atatürk Büstünü görebilir. Bu nesneleri gördükten sonra bayılır, Hüsam Bey onu kasabadan çıkarır ve orayı terk ederler. Köye kimse giremeden romanımız biter. Bu objeler aynı zamanda Anadolu Halkının korkularının da bir yansımasıdır.

Köyde başlarına hiçbir şey gelmemesine rağmen Zeliha korkularından ötürü kendisini öyle şartlamıştır ki korkmak için korkmuştur. “Ah Zeliha! Ne kadar da aptalsın!” diyorsunuzdur eminim kendi kendinize. Ancak işte Yaşar Kemal sizi burada rahatsız etmeye başlayacak zira yazar röportajlarında bu konuyu Ermeni Tehcirine getiriyor.

“Tehcir mi Soykırım mı?” gibi konular benim uzmanlık alanım değil. Bu husus, yüksek tarihçilerin konuşması gereken bir konu. Ancak bütün tarihçiler şu hususta tek bir kanaat: Bu insanlar o ya da bu sebepten kentlerinden bütünüyle çıkarıldılar. Bizim akademimiz buna güvenliğin bir parçası, onların akademisi soykırımın bir parçası diyor. Kim haklıdır bilemem. Gelin farklı bir şey tahayyül edelim:

Ermeni bir köylüsünüz, çocuksunuz yahut yaşlısınız. Yüzlerce yıldır kasabanızda, aynı mahallede ve benzer simalarda büyüdünüz. En kötü ihtimalle 3 kuşaktır aynı yerleşkedesiniz. Hiç alakanız bulunmasa dahi Ermeni Komitacılardan ötürü atalarınızın toprakları, hazineleriniz ve emekleriniz kamulaştırılıyor. Köyünüzden ve mahallenizden bütünüyle uzaklaştırılıyorsunuz. Bu karar belki gerekliydi belki de anlamsızdı, bunu bilemem. Ama şunu düşünüyorum:

Mübadele öncesinde İnegöl’de Cerrah ve Yeniceköy Kasabaları çok büyük oranda Ermeni Kasabalarıydı. O kentlerin Ermenileri neler yaptı, suçlular mıydı suçsuzlar mıydı bilemeyeceğiz. Ancak şu manzarayı merak ediyorum: Bu insanlar tehcir edildikten sonra kasabadaki sessizlik ve ıssızlık nasıldı? İnsanlar o bomboş kasabaya nasıl girebildi?

İşte romanımızdaki alegori buradan kaynaklanıyor. Bugün yüzyıllarca yan köylerimizde, mahallelerimizde ve kasabalarımızda yaşayan Ermeniler hakkında konuşmaya korkuyoruz. Gerçek neyse halı altına atılmaya devam ediliyor. Remzi ve Melek nasıl ki o kente giremedi, biz de bu konular hakkında konuşmaya korkuyoruz.

Cumhurbaşkanımızın, Başbakan iken yaptığı bir açıklama bu hususta çok hoşuma gider: “Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler, hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insani ve ilmi bir sorumluluktur.” Ortak acımızı, politik/iktisadi çıkarlar gütmeden aydınlatabileceğimiz günlere dualar edelim.

ALİ KURNAZ