Yaklaşık bir aydır kongre için hazırladığım makalem üzerine çalıştığım için hem burayı aksattım hem de bazı konularda günah çıkarma ihtiyacı hissettim. Kongrede sunduğum makalede ve yaklaşık iki senedir hazırladığım bütün çalışmalarda Seküler ve Modern Sistemin çöküşünü vurguluyorum. Bunu yapmakta da pek haksız sayılmam, 1930’lardan beri Evanjeliğinden tutun Radikal Solcusuna kadar herkesin benimseyip kabullendiği açık bir gerçeğin Türk akademisinde tanınmamasından yakınıyorum.
Aşikâr bir biçimde Almanya’da ortaya çıkan bu itiraf, Amerikan Akademisinde de pek çok kez vurgulandı. Eric Voegelin’in Amerika’da başını çektiği bu Modernite eleştirisinin kapsamı çok genişti ve tarihsel kökenleri de pek sağlamdı. Bundan kaynaklıdır ki bu eleştiri pek çok noktadan eleştirilse bile özündeki “Batı Medeniyeti olarak yanlış bir noktaya geldik” itirafı asla eleştirilemedi. Bengül Güngörmez’in Paradigma Yayınlarından yayımlanan “Eric Voegelin’in İnsanlık Draması” isimli çalışmasında çok daha net bir biçimde bu meseleyi inceleyebilirsiniz.
İlk olarak Heidegger’de sistematikleşen bu anlatının kökenine Heidegger “Ge-stell” dediği bir anı yerleştirdi. Kısacası Ge-Stell anı, insanlığın artık modernitenin kendisinde yarattığı tahribatı görüp onu bir şekilde terk edeceği ana işaret eder. Bu bakımdan modernite sonrasına da bir atıfta bulunur. Ancak Heidegger, ortaya attığı bu meselenin tarihsel yahut düşünsel kökenlerini incelemez. Onun bu açığını Arendt, Strauss ve Voegelin dolduracaktır. Ancak günün sonunda aynı yere yani Heidegger’in bizi bıraktığı noktaya döndük. Şu anda da orada sıkışıp kaldık.
Türk Akademisi elbet Batı’daki bu eleştirileri fark edecek, ki fark edenler senelerden beri aynı şeyi benim gibi vurguluyor, böylelikle de içine düştüğümüz aşağılık kompleksimiz gelecekte pekişecek. “Bakın, Batı bile kendisinden kaçıyor!” argümanının altında içten içe Batı’nın teknik hükümdarlığının altında ezilişimizin hüznü yatıyor. Bütün bu akademik tekrarın özünde; Teknik Hükümdarlığını, manevi hükümdarlığımız ile aşma çabamız yatıyor. Topçu ve Meriç gibi isimlerde bunun üzerine çalışmışlardı. Ancak sonuç hüsran oldu.
İnsanlık, hele hele entelijansiya, içine düştüğü bütün anlardan bir şekilde toplumunu ve kendisini çekip koparmıştır. COVİD-19 meselesini hatırlayalım; insanlık, modern tıp ile büyük bir salgını bertaraf etti. Aristokrasi ve Feodalitenin de artık işe yaramadığı görüldüğünde alternatifleri oluşturulmuştu. Misal geçmişte Papalık yerine Krallıklar oluşturulmuş, Roma Paganlığı yerine de Hristiyanlık formalize edilmişti. Kısacası hem sosyal hem de siyasal problemleri hep atlattık, ancak içinde bulunduğumuz girdaptan kaçamıyoruz.
Sermayenin ve Sekülerizmin alternatifini oluşturamıyoruz. Fukuyama belki de bu yüzden Tarihin Sonu tezini vurguladı. Romantik edebiyatlarımızı, şiirlerimizi ve tekrarlardan ibaret felsefelerimizi bir kenara bırakalım hatta İslâm açısından konuşalım. Dilersek fıkhî yahut siyasi bütün problemlerimizi çözelim. Küresel Sermayenin teorik ve pratik yapısıyla başa çıkabilecek bir iktisat anlayışımız bile yok. O zaman bütün eylemlerimiz global ölçekte anlamsız kalıyor.
Seküler sistemin yerine ne koyabileceğimizi yahut nasıl alaşağı edebileceğimiz hususunda hiçbir fikrimiz yok. Modern dünyanın nimetlerinden tıksırıncasına kadar faydalanıyoruz ancak işimize gelince ona karşı düşünce üretiyoruz.
20. Yüzyılın en önemli düşünürünün Heidegger olmasının sebebi, fark ettiği bu problemdi. 21. Yüzyılın da en büyük düşünürü, bu problemi çözmenin usulünü bizlere öğretecek kişi olacaktır.
Nüzul sırasındaki son suremiz, Nasr Suresidir. Bu surenin 2. Ayetinde Allah şöyle buyuruyor:
“Ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğünde”.
Düşünelim, insanlar bu çağda neden ve nasıl bölük bölük Allah’ın dinine girmeli? Bu aslında sorduğum soruyla doğrudan ilişkili. Bütün dünyayı Müslüman yapmak gibi ütopik ve Kur’an’a aykırı bir hayalim yok. Ancak; dünyayı bütün bu nefret, ölüm, şevk, haz, teknik ve şehvet döngüsünden nasıl kurtarabiliriz? Müslümanlar olarak buna nasıl öncülük edebiliriz?
Bu soruya doygun ve sürdürülebilir cevap veren kişi, yüzyıllar boyunca dualarla anılacaktır. Aslında Babil Kulesi miti de bizim günümüze ışık tutar.
Bu mitte üst düzey tekniğe ulaşmış antik insanlar; bilginin kaynağı olan Allah’a onlara bahşedilmiş bilgiyle kafa tutma cüretinde bulunmuşlardı. Onlar, bu tekniği dizginleyemedi yahut bilgi ile olan münasebetlerini düzenleyemediler. Bunun sonucunda ise Allah onların dillerini ayırarak cezalandırdı. Ellerindeki teknik böylelikle alınmış oldu.
Ben ise farklı bir şeyi arıyorum, Allah’ın gazabı gelmeden ve elimizdeki tekniği kaybetmeden bu süreçten nasıl kurtulabiliriz? Bizler, kundaktaki bebekleri ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden önce akıllanmayacak mıyız?
ALİ KURNAZ