Sosyoloji, Siyaset Bilimi, Medya Kuramı ve Felsefenin ortak kavramlarından olan Kamusal Alan, üstüne belki de en çok konuşulan kavramlardan birisi olmuştur. Öncelikle Hannah Arendt tarafından ortaya atılmış bu kavram, Jürgen Habermas tarafından en görkemli haline kavuşturulmuştur.
Frankfurt Ekolünden ve Amerika’dan daha pek çok düşünür bu alana anlamlı katkılarda bulunmuştur. Kamusal Alan çok kısaca bireyin düşünceleri hiçbir tahakküm altında kalmadan ifade edebildiği ve toplumsal yaşama katıldığı alandır.
Alana en önemli katkıyı Habermas atsa bile Kamusal Alanın tarihsel bağlamda ortaya çıkışını izlemek için Hannah Arendt’in düşüncelerini iyice tetkik etmek gerekir. Arendt, Martin Heidegger’in sevgilisi olmasının yanı sıra onun sadık bir öğrencisiydi.
Heidegger ile yaşadıkları onca problemden sonra bile iletişim kurmuş ve görüşmüşlerdir. Heidegger’in incelenebilecek pek çok özelliğinin olmasının yanı sıra o Batı Metafiziğinin ya da en anlaşılır tabiriyle Seküler Batı’nın Teknik Medeniyetinin sıkı bir eleştirmeni olmuştur.
Heidegger, bu medeniyetten koparak Antik Yunan Medeniyetine geri dönüşe inanmaktaydı. Hatta bu idealini Adolf Hitler ile bağdaştırmış, Hölderlin’e dair bir eserinde Antik Yunanlıların Nasyonal Sosyalist olduğuna inanmıştı. Kısacası Heidegger ve Arendt’in düşüncelerinin en temelinde iki kavram yatar: Batı Eleştirisi ve Antik Yunan’a Özlem.
Hannah Arendt’te hocasının yolundan giderek bu medeniyete eleştiri getirmiş ve sıkı bir Antik Yunan okuması yapmıştır. Arendt, kamusal alana dair ilk yorumunu buradan başlatır. Arendt burada bir özel (hane) ve kamusal alan ayrımı yapar. Burada bizi ilgilendiren husus, Arendt’in güzellediği Antik Yunan Polis geleneğidir.
Bu poliste, politika en yüksek erdem olmakla beraber metafizik bir yöne sahiptir. Politika, ulvî bir amaca hizmet etmekteydi. Politikaya dahil olanlar onurunu elde etmekte, haneyi bırakıp kamusal bir kimlik kazanmakta ve erdemlerini gösterip bir insan olma özelliğini kazanıyordu. Kamusal Alan bu bağlamda neredeyse bir mabet seviyesine geliyordu zira bireye kalıcı bir şeyler yapma fırsatı veriyordu. Hane ise buna kıyasla bireyi ana ve geçici hazlara kilitliyordu.
Arendt lafı dolaylı olarak bu kamusal alanın Antik Yunan’dan sonra kaybolduğuna getirir. Hane, Kamusal Olanın üzerine egemen olmuş ve onu şekillendirmiştir. Bugün Batı’nın içerisine düştüğü buhranı da Heidegger gibi bu şekilde okur.
Dünyevî hazların temsilcisi Hanenin egemenliği, kutsal bir amaca hizmet eden polisin üzerine egemen olmuştur. Arendt, tekrardan kamusalı hanenin üzerine konumlandırma gayretindedir. Arendt’in kuramsallaşmasına yardımcı olan Siyaset Bilimi kavramı da buradan neşet eder. Siyaset Bilimi öncelikle hanenin egemenliği altına girmiş medeniyeti ve politikayı tekrardan kamusalın hizmetine verme amacı taşımaktadır.
Kamusal Alan meselesinin temelinde bu tartışmanın olduğunu asla unutmamak gerekir. Habermas ise Arendt’in bu kavramının tarihsel gelişimini inceleyecektir.
Habermas çağımızın büyük düşünürlerinden ve halen aktif olarak yazmaya devam eden isimlerinden olsa bile Kamusal Alanı bir Avrupa-Burjuva Medeniyeti güzellemesi olarak kurgular ki Kamusal Alana yönelik gelen eleştirilerin pek çoğu buradan doğar.
Avrupa’da 18. Yüzyıl onlar için Aydınlanmanın Altın Çağı olmuştur. Ekonomik, Sosyal, Sanatsal ve Siyasal gelişmelerle dolu bir çağ olmuştur. Bu çağın karakteristik isimleri (Hegel, Kant, Hume, Rousseau vb.) olduğu gibi karakteristik mekanları da olmuştur. Bu mekanlar ağırlıkla salonlar olmuştur. Buralarda entelektüel zümre birleşerek düşünce süreçlerine dalmıştır.
Bu salon etkinlikleri; subayları, akademisyenleri, tüccarları, rahipleri, öğretmenleri, diplomatları ve yazarları kendisine çekmiştir. Burada hizipleşen kitleye ise Habermas Burjuva Kamusu demiştir, Habermas’a göre bu kamu sermayeden bağımsız olarak devlete yahut iktisadi ilişkilere hakim olmadan sadece daha yüksek bir iyiyi göz önüne alarak hareket ettiklerine inanmıştır.
Bu dönemde de oluşan pek çok evrensel teşkilatın çok geçmeden ekonomik ve siyasal çıkarlar elde etmesi aslında bu tezi doğrudan çürütür. İllimunati ve Mason Locası dediğimiz kuruluşların 18. Yüzyılda bir entelektüel tutum olarak ortaya çıkıp sonradan ise siyasal ve iktisadi tavırlar sergilediği açıktır.
Habermas sonuç olarak bu burjuva kamusunun daha sonradan sermayeye bağlandığı böylelikle de kamusal alanın kaybedildiğine inanır.
Orta Çağ’a bu bağlamda derin eleştiren getiren Habermas, Frankfurt Ekolünden olması hasebiyle de konuyu modernite eleştirisine getirerek acilen kamusal alanların oluşturulması gerektiğine inanır. Ancak eleştiriler göstermektedir ki kamusal alanı kentlerde araştırmanın da ötesinde ancak taşrada, madunların sessiz çığlıkları arasında anlayabiliriz.
ALİ KURNAZ