“ Dün, dünde kaldı cancığımız, artık yeni bir şeyler söylemek lazım.” ( Mevlana)
Ömür üç gündür, dün, bugün ve yarın. Dün, geçmişte kaldı, yaşandı ve bitti, hatasıyla, kusuru ile değiştirmemiz mümkün değil. Bugün, şimdi yaşadığımız anımız, vaktimiz, elimizin altında olan anımız, her an müdahale edebileceğimiz, değiştirebileceğimiz, düzeltebileceğimiz zaman dilimi. Yarın dediğin ise; bize uzak, yaşayabilecek miyiz o vakti? Bilmiyoruz, sır adeta muamma…
O yüzden düşünüp yorulmanın bir manası yok aslında, bilinmez bir zaman için kaygı ve endişe taşıyıp kendini harap etmek, insanı tüketen bir halden başka bir şey değil. İnsan her nedense hepsinin farkında ama idrakinden uzakta yaşamayı tercih ediyor. Dünü için sürekli bir ahlama halinde, geleceği için ise sürekli bir kaygı ve endişe dehlizinde yaşıyor. Hal böyle olunca an dediğinin farkına bile varamıyor. Şimdiyi kaçırıyor, bugünü elinden bir buz misali eriyip akıyor. Oysa dervişler vaktin evladı olmayı tavsiye ediyor bize. Aslında hayat reçetesi sunuyorlar düşünene.
Şimdi, şuan hayatımızın en kıymetli zaman dilimi. Ömür sayfamız kaç yaprak bilmiyoruz hiç birimiz. Nazik bir şekilde sayfaları çevirip anda kalmayı başarabilsek, biraz yavaşlasak acaba nasıl olacak hayatımız? Hoyratça hızla çevirdiğimiz sayfalar zedeleniyor, kimi vakit yırtılıyor, incitiyoruz ömür defterimizi, farkında mıyız? Hepimiz bir mutluluk türküsü tutturmuşuz, ona kavuşunca tamam olacağımıza inanmışız. Hayatını nasıl en mutlu olabilirim? Sorusuna adamış biri düşüyor yollara. Bilge kişiyi bulunca cevabını soruyor aradığının. Bilge kendisine üç şeyin kıymetini bilirsen hayatın anlamına kavuşursun diyerek cevaplıyor. Şuan yaptığın işin, davranışın, şimdi birlikte olduğun, yanında olan kişinin ve yaşadığın anın kıymetini bilirsen mutlu olabilirsin.
Tekrarı olmayacak çünkü hiçbirinin… Diğer sene aynı işle meşgul olsan bile aynı kişi hayatında olmayabilir, aynı duygu ve düşünceleri yaşaman ise zaten mümkün değil. Ömür dediğin fani, insan fani, hayatta neye tutunsan fani, geçici. Sana kalacak şu dünya hayatında ne malın, ne mülkün, ne makamın, ne rütben, nasıl bir yaşam sürdün, şu gök kubbede hoş bir sada bıraktın mı? Faydan mı dokundu insanlığa, zararın mı, hayatlarına dokunduğun insanlar, seni hatırlayınca tebessümle mi yâd edecek, acı bir kahırla mı? Nezaketle mi yaşadın ömrünü, kabalık ve kırıcılıkla mı? “ Gölgesinde otur amma, yaprak senden incinmesin, temizlen de gir mezara toprak senden incinmesin”…( Abdürrahim KARAKOÇ)
Bakış açımıza naiflik eklesek mesela, dünya biraz daha yaşanabilir hale gelmez mi? Üç günlük dediğimiz şu fani hayat, aslında kafamıza taktığımız hırslarımızla, kaygı ve endişelerimizle daha da yaşanmaz hale geliyor. Geçip gidecek, hiç değmeyecek şeyler için inciniyor, sevdiklerimizi incitiyoruz. Sonra onların kaybını yaşarsak ağlanıyoruz. Oysa yanı başımızda idiler, zamanında sarıp sarmalayamadıklarımız, güzel söze hasret bıraktıklarımız. Sevgi ile bir bakış bekleyen, sıcacık bir dokunuş bekleyenlerimiz, söz de değer verdiklerimiz…
Özeleştiri yapıp yol haritamızı çizmemizin vakti geldi de geçiyor bile. Ömrümüzde daha ne kadar bahar ya da sonbahara şahitlik edeceğiz bilmiyoruz. Sevdiklerimizle, evlatlarımızla geçireceğimiz süreden haberimiz yok. Ancak ecel kaçınılmaz, bunu biliyoruz. Kendimize yakıştıramasak da mezarlıkların nice genç yaşlı, hayalleri ve idealleri olanlarla dolu olduğunu görüyoruz. Gerçi o konu da bakar kör olduğumuz kesin, gittiğimiz taziyelerde ne kadar idrakindeyiz olanların? Bir kabir ziyaretinde hissedebiliyor muyuz? Rabıta-ı mevt yapıyor muyuz arada kendimize? Yoksa dünya ehli olup çıktık mı bizde?
Rahmet Elçisi’nin deyimiyle “ bir ağaç altında dinlenme vakti kadar” ömür dediğin. Duyduk ama anladık mı bilmiyorum? Soruları cevaplarında saklı bir hayatı âcizane yaşıyoruz. Tek isteğim, yaşayan ölülerden olmamak…
Sözün özü; “ Sanma ki ölüm yok olmaktır, aslında Hak’ta kaybolup hep var olmaktır.” ( Mevlana)
Sevda ÇEVİK