Adıyaman'dan çıkarken uğradığımız Hz. Ebu Zer Gıfâri türbesinin tabelasını görüp yola devam ediyoruz. Biliyoruz ki burası onun makamıdır, çünkü Peygamber Efendimiz (sav): “Ebu Zer yalnız yaşar, yalnız ölür, yalnız haşr olunur/diriltilir” dediğinde Hz. Osman zamanında Rebeze’de vefat ettiğini hatırlıyoruz.

Şimdi ziyaret edeceğimiz, evine misafir olacağımız eş dost kalmadı. Fakat yine bir dost vesilesi ile yol üzerindeki Sivas'ta Altay otelden randevu alıyoruz. Akşam vakti saat sekiz gibi, o sessiz sedasız uzun asfalt yolları aşarak ulaşıyoruz Sivas’a. Merkezde öğretmen evi yakınındaki otelimize yerleşiyoruz. Saçılıp dökülüyoruz; şöyle bir kirimizi pasımızı atıyoruz. Sonra derin bir uyku, ertesi gün kahvaltı için kalkıyor ve Sivas'ın tarihi yerlerini geziyoruz.

Selçuklu eserlerini takip ediyoruz: İhtişamlı Gök medrese, Çifte minareli medrese, Kubbesiz ve çok sütunlu Ulu cami, Sivas Kongresinin yapıldığı Sivas Lisesi, sonradan müze olan mekanı geziyor, yakın tarihi okuyoruz camekân ardındaki metinlerden, büyük fotoğraflardan, mumyası yapılmış insanlardan... Öğle ezanı okunuyor namazımızı tarihi bir camide ikame ediyoruz.

Bedesten yani ticaret merkezi olarak yapılan taş yapının ortasındaki havuz kıyısında fiyat 15 TL olan birer bardak çay içiyoruz. Macit isimli bir gençle muhabbetten sonra yorgun adımlarla güneşin altında pişmiş arabaya atıyoruz kendimizi.

Şimdi istikamet Yozgat üzerinden Ankara. Akşama doğru varıyoruz başkentin caddelerine. Rehberimiz navigasyon hanım, bizi yaşlı teyzemizin bulunduğu adrese götürüyor. Çankaya'da 8. Kat, 18. daireden bakıyoruz Ankara'ya, Çok uzaklarda Gölbaşı’nı görüyoruz ve 20 katlı yüksek binaların nasıl inşa edildiklerini düşünüyoruz. Akşam yemeğini ev sahibi İsmail abi ve iki güzel evladı, ben ve oğlum birlikte yiyoruz, krallara layık bir masanın etrafında. Sohbet muhabbet herkesin kısa veya uzun konuşmalarıyla sürüp gidiyor. Türkiye'den, dünyadaki Müslümanların hallerinden söz açılıyor. Cemaatle kılınan namazlar ve dinlenme vakti. Sabah tekrar güzel bir muhabbetli kahvaltı.

Çıkıyoruz evden, onlarda baba ve oğullar olarak çıkıyorlar. Onlar işlerine, ben ve oğlum uzun zamandır görmek istediğim Beştepe’deki Millet Kütüphanesine... O kütüphane ki dünya çapında yüzümüzün akı. Büyük kütüphanenin çarpılıyoruz güzelliğine. Heybesinde binlerce kitap saklayan bu harika kütüphanenin kubbesinde “O kalemle yazmayı öğretendir, O bilmediğini öğretendir” yazısı coşturuyor ruhumuzu. Onlarca ilim aşığı insan birlikte çalışırken girmediğimiz oda, bölüm, çıkmadığımız kat kalmaksızın geziyoruz ve yine dondurulmuş bir karede sabitliyoruz zamanı.

Sonra külliye içindeki Millet Camii’nde seferi olarak namazımızı kılıyoruz. Caminin orta yerinde oturan başı açık hanımefendiye uyarıda bulunuyorum ürkütmeden: “Size girişte örtü vermediler mi?” dediğimde öteden uzun sakallı biri görevli edasıyla “Bayanlar için yukarısı ayrılmıştır. Soldan çıkınız orada baş örtüsü de var” deyiveriyor. Tebrik ediyorum Müslüman kardeşimi.

Evladımla park ettiğimiz arabanın yanına gidiyor kadim dostum Ankara YediHilal Başkanı, avukat Serkan ile leziz yemekler kadar tatlı muhabbetimizi yapıyoruz dakikalarca. Eşyalarımızı almak maksadıyla tekrar Çankaya’ya dönüyoruz. Yola çıkarken çizmeye başladığımız döngüyü tamamlamak için istikamet İnegöl’dür artık. İlk defa sabah değil de akşam karanlığında ayrılıyoruz misafir kaldığımız evden. Yolun yarısı benim, yarısı yakışıklının. Gece saat 00.30 gibi apartmanın merdivenlerine tırmanıyorum ellerimdeki çantalarla. Eşyaları bir kıyıya bırakıyor, yatsı namazı eda edip izniyle/ müsaadesiyle sekiz şehrimizi kapsayan ziyaretlerimizi kazasız belasız tamamladığımız için Yüceler yücesi Rabbimize hamdüsenalar ediyoruz.

Çünkü bir gezi/yolculuk ancak yazıldığında; yani tarihe not düşüldüğünde biter, vesselam.

AHMET TAŞTAN