Eskiden İnegöl’den Bursa pazarına gitmek, öyle sabah çıkıp akşam dönülen bir iş değildi. Yola bir gün önceden çıkılır, eşek ya da öküz arabasına yüklenen mallarla uzun bir yolculuğa başlanırdı. O gece Bursa’da bir han ya da akraba yanında konaklanır, ertesi gün pazarda satış yapılır, sonra bir gece daha kalınırdı. Üç gün… Sadece bir pazar için üç gün ayrılırdı. Ama o üç gün, sadece bir alışverişin değil, bir hayat tarzının içindeydi.
Yolda geçen zaman bambaşkaydı. İnsan dere kenarında mola verir, abdest alır, bir söğüdün gölgesinde namaza dururdu. Karnı acıkınca bir çeşme başında oturur, yanına azığını açar, iki lokma ederdi. Belki biraz uzanır, gökyüzünü seyreder, rüzgârla konuşurdu. Yolda karşılaşılan insanlar hikâye doluydu. Her biri ayrı bir dünyaydı. Sohbet uzadıkça yol kısalırdı. Her adımda başka bir yaşamın izine rastlanırdı.
Hayvanlarla dostluk kurulur, çiçeklerle yarenlik edilirdi. Hiçbir şey aceleye gelmezdi. Her şeyin bir zamanı, bir tadı, bir anlamı vardı. O yolculuk sadece bir pazara gitmek değildi. Hayatın ta kendisiydi.
Bugünse bambaşka bir çağdayız. Hız ve haz çağında yaşıyoruz. Sabah arabaya binip hızlıca işimizi hallediyor, akşam eve dönüyoruz. Yol artık sadece bir mesafe, bir zorunluluk. Ne bir sohbet var içinde, ne bir durup bakmak, ne bir anı biriktirmek.
Evet, teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı. Fakat kolaylaşan hayat, derinliğini de yitirdi. Artık kimse bir söğüdün gölgesinde durup nefes almıyor. Çeşme başı sessiz, yollar yalnız. Her şey hızla geçiyor; biz ise geride kalıyoruz.
Eskiden sosyalliğin dibine vururmuş insan; şimdi sadece adı “sosyal” olan mecralarda ömür tüketiyor. Asosyalleşmenin adını “sosyal medya” koyan bu tuhaf dünyada, sana sunulana ne kadar güvenebilirsin?
O eski pazar yolculuklarında, insan biraz da kendine varırdı. Şimdi gidecek yer çok, ama varılacak bir yer kaldı mı gerçekten?