“Allah beni yaratırken bana mı sordu?”
Bu soru, günümüz gençliğinin zihin dünyasında zaman zaman yankı bulan o “Fransız sorular”dan biri. Yani, görünüşte derin ama cevabına pek de cesaret edilemeyen sorulardan… Belki de en başta sorulması gereken bu değil: “Annem ve babam beni dünyaya getirirken bana mı sordular?”
Böyle bir soruyla anne-babaya gidilse ne derlerdi? Muhtemelen “Sana sormak zorunda mıydık?” diyeceklerdi. Peki, yaratıcıya bu soru nasıl sorulabilir?
Eğer bu soru gerçekten samimiyetle soruluyorsa, o zaman sonuçlarına da samimiyetle razı olunmalı. “Varlığım istem dışı, o hâlde yokluğu tercih edebilirim” diyebilen bir insan, hayata karşı duruşunu da buna göre şekillendirmelidir. Ama ne yazık ki bu soruyu soranların büyük çoğunluğu, “Ben aslında öyle demek istememiştim. Sadece daha konforlu bir yaşam, daha az müdahale, biraz özgürlük arıyorum,” noktasına gelir.
Sorunun içeriği bir meydan okumayı barındırıyor: “Ben neden varım?” diye sormak, aslında “Yokluğu tercih ederim,” demeye cesaret edebilmekle anlam kazanır. Bu cesareti gösteremeyen, soruyu da samimiyetle sormamış demektir.
Yaratan, yaratılanı yaratırken ona sormaz. Tıpkı anne-babanın, seni dünyaya getirirken sormadığı gibi… Varlık bir lütufsa, şikâyet etmek yerine bu lütfun anlamına yönelmek gerek. Soru sormak özgürlüktür, evet. Ama sorular bazen bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Soruyu soranın, cevabı da taşıyacak dirayeti göstermesi gerekir.
Kralın huzuruna çıkıp “Sen nasıl bir kralsın?” diyorsan, ya arkanı sağlam bir güce yaslıyorsundur ya da hayatını ortaya koyacak cesareti taşıyorsundur. Eğer ikisi de yoksa, bu soruyu sormak da sana düşmez.
“Allah beni yaratırken bana mı sordu?”
Bu soru, bir şikâyet değil; bir isyanın parçasıdır. Kibirle dolu modern aklın, varlığın anlamını kendinden menkul sanmasının ürünüdür. İnsan, önce haddini bilmeli. Varlık verilmişse, yokluğu da göze alabiliyor musun? Gerçekten cesursan, sorunun arkasında dur. Ama sırf tartışmak için soruyorsan, susmayı da öğrenmelisin.