Bir amacı olmalı insanın, hayali, tasası, endişe ettiği, dert edindiği bir davası olmalı! Hayalini kurduğu, içini titreten, inceden inceye yüreğini yakan, gâh ağlatan, gâh neşeye daldıran, umutlandıran kimi zaman, bazen de dipsiz kuyulara atan bir dert…

Sonra Yusuf misali kuyulardan çıkaran, İbrahim misali ateşe atıp su ile ferahlatan, onu Halil kılan, Yunus misali balığın karnına koyan, Süleyman misali tüm cihana hükmederken onu mütevazı kılan. Musa misali Firavuna karşı dik durduran, İsa misali hastalara şifa dağıtan ve Rahmet Elçisi misali cahiliye karanlığını Asr-ı Saadete çeviren, kaskatı yüreklere merhamet aşılayan, sözlerin en güzelini insanlara haykıran, derdini davası bilen, cesur yüreği olmalı…

Hayatı huzurlu kılan bir hedefi olmalı ki anlam kazansın ömrü.  Hiçbir amacı olmayan insanın bir ottan farkı kalır mı ki?  İnsanoğlu aslında yaşamını bomboş geçirmek istemez hiçbir zaman. Ancak bazen öyle saçma sapan işlere dalar ki hayatı derbeder bir hale bürünür. Kendini, dünyaya geliş amacını unutan insan zamanla Rabbini de unutur. İşte o vakit olanlar olur… Ömür sayfasının her yaprağı ayrı ayrı değerli iken, günü gününe uymayan, buruşup atılan yapraklara dönüşür. 

Rahmet Elçisi’nin deyimiyle  “ kıymeti bilinmeyen iki nimet; sağlık ve boş vakit” , insan için mücevherden daha önemli olmasına rağmen kaybedilmediği sürece maalesef anlaşılmaz.  Elinden gittiğinde de ah etmenin hiçbir anlamı kalmaz.  O yüzden her şeyin bir vakti vardır şu fani hayatta.  Kâinat boşluk kabul etmez bir yapboz gibidir. 

Evrendeki her şeyin bir görevi yok mudur?  Her gün saatini aksatmadan doğan güneşin, akşamüstü parıldayan ayın, gökyüzünü süsleyen yıldızların,  birbirinden farklı gezegenlerin, mevsimlerin, yer altındaki katmanların, yeryüzünün direği misali dağların, dünyayı saran sonsuzluğun simgesi okyanusların hangisi boş yere yaratılmıştır?  Rengârenk çiçekler, çeşit çeşit bitkiler, hayvanlar âlemi, hepsi farklı lezzet ve kokudaki meyve ve sebzeler, saymakla bitiremeyeceğimiz dünyalık nimetler değil midir? 

“ Öyleyse Rabbinizin hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” ayeti şahitlik etmez mi her gün bizlere? Baktığımız her şeyde bir mana ve gaye varken, aklı, iradesi, kalbi ve ruhu olan, başka bir adı ile eşref-i mahlûkat; yaratılmışların en şereflisi insanın amaçsız, başıboş olması mümkün müdür?  Aslında insanoğlu kâinatın bir numunesi, özüdür. Onunla hemhal olduğunda daha mutludur. Toprakla uğraşan, doğayı tefekkür eden, hayata güzel bakan gözlerin iç huzuru bundandır.  Mevlana’ nın dünyanın dönüşünü zikir bilip sema ya durması bundandır.  Yunus Emre’nin “sordum sarı çiçeğe “ demesi de, hikmetle bakışındandır. Mesele gören gözlerimize doğru bakış açısını yerleştirmektedir.

Eğer bunu başarabilirsek umutsuzluk, mızmızlanma, kendimizi gereksiz işlerle yorma gibi hallerimizden sıyrılıp kurtulacağız. İşte o zaman gerçek bir amaç uğrunda koşturan, bedenen yorulsa da asla pes etmeyen, yoldaki dikenlerin güllerini fark eden, ümitle gayret edenler içinde olacağız. Ve hayallerimiz için bütün gücümüzle çalışacağız.  Belki yeri geldiğinde ayıplanacak, “bu kadarına ne gerek var?” diyerek alay edilecek bizimle. Ya da en meşhur söz olan “ bu dünyayı sen mi kurtaracaksın?” cümleleri kulağımızda çınlayıp duracak.

İşte o vakit gayemiz, nefsimizin önünde durmalı ve hatırlamalıyız, peygamberler, sadıklar ve şühedanın ihlas dolu gönüllerini, neyi dert edip neyin cihadına giriştiklerini aklımızdan çıkarmamalıyız. Ve Rabbimizin rahmeti gereği “ sefer bizden zafer Allah’tan” şiarını…

Ve sözün özü; “ Sen yola çık, yol sana görünür…” ( Mevlana )

Sevda ÇEVİK