Merhaba İnegöl'ün güzel insanları!
İnegöl'ün tarih ve kültürüne dair yazılarımıza devam ediyoruz.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna yön veren isimleri düşündüğümüzde, akla ilk gelenlerden biri hiç kuşkusuz Şeyh Edebâlî’dir. O, yalnızca bir din âlimi değil, aynı zamanda devletin manevi temelini atan bir rehber, bir gönül mimarıydı. Osman Gâzî ile kurduğu dostluk, sadece bir aile bağına değil; bir medeniyetin doğuşuna da zemin hazırladı.
Aslen Karamanlı olan Şeyh Edebâlî, ilk öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra ilim yolculuğuna çıkmış, Şam ve Mısır’da dinî yüksek tahsilini bitirmişti. Dönüşünde bir süre Karaman çevresinde kaldı, ardından dönemin siyasi ve sosyal şartları gereği batıya, uç bölgelere yöneldi. Sultanönü yani bugünkü Eskişehir civarına yerleşen Edebâlî, Porsuk Çayı’nın Sakarya Nehri’ne kavuştuğu bölgeye yakın bir yerde tekke ve zaviye kurarak halkı irşad etmeye başladı.
Söğüt’e yakın bir bölgede yaşayan Şeyh Edebâlî, Kayı Beyi Ertuğrul Gâzî’nin dostu oldu. Bu dostluk, zamanla Osman Gâzî ile de güçlü bir bağa dönüştü. Osman Gâzî, hem manevî rehber olarak hem de aile büyüğü olarak gördüğü Edebâlî’nin öğütlerinden hayatı boyunca yararlandı. Bu dostluk ilerleyen yıllarda akrabalıkla perçinlendi. Şeyh Edebâlî, Bâlâ Hatun (ya da Râbia Hatun) adlı kızını Osman Gâzî ile evlendirdi. Bu evlilikten Alaaddin Bey dünyaya geldi. Osman Gâzî’nin bir diğer oğlu Orhan Bey ise Ahî Hacı Ömer’in kızı Malhûn Hatun’dan doğdu.
1299 yılında Osman Gâzî, Bilecik, Yarhisar ve İnegöl’ü fethettikten sonra kayınpederi Şeyh Edebâlî’yi Bilecik’e yerleştirdi. Burada onun için bir zaviye inşa ettirdi ve Bilecik’in vergi gelirini bu zaviyenin giderlerine tahsis etti. Bâlâ Hatun da kendisine mülk olarak verilen Kozağacı Köyü’nü ölümünden önce babasının zaviyesine vakfetti. Böylece aile, hem manevî hem de sosyal bir dayanışma örneği sergiledi.
Bilecik, bir süre Osman Gâzî’nin başkenti oldu. Ancak Yundhisar ve Yenişehir’in fethinden sonra 1301 yılında başkent Yenişehir’e taşındı. Bursa’nın fethine kadar Osman Gâzî burada ikamet etti. Eşi Bâlâ Hatun ise babasıyla birlikte Bilecik’te kaldı. O yıllarda Orhan Bey, ordunun başında tecrübeli alplerle birlikte fetih hareketlerini yönetirken, Alaaddin Bey babasının yanında Yenişehir’de kalmış ve onun hizmetinde bulunmuştu.
Tarihî kaynaklarda dikkat çeken bir diğer bilgi ise, Osman Gâzî, Şeyh Edebâlî ve Bâlâ Hatun’un aynı yıl, yani 1326’da vefat etmiş olmalarıdır. Yenişehir’de vefat eden Osman Gâzî, vasiyeti gereği yeni fethedilen ve başkent ilan edilen Bursa’da Gümüş Kümbet’e defnedildi. Şeyh Edebâlî ve kızı Bâlâ Hatun ise Bilecik’teki Edebâlî Zaviyesi’ne defnedildiler.
Osmanlı’nın temellerini atan bu manevî bağ, sadece bir aile hikâyesi değil; bir devletin ruhunu inşa eden bir ilham kaynağıdır. Ertuğrul Gâzî’nin oğlu Osman’a bıraktığı vasiyet, bu ilişkinin derinliğini gözler önüne serer. O meşhur söz, yüzyıllar ötesinden hâlâ yankılanır:
“Bak Oğul! Beni, kır; Şeyh Edebâlî’yi kırma! O, bizim boyumuzun ışığıdır. Terazisi, dirhem şaşmaz. Bana karşı gel; O’na karşı gelme. Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur. Baksa da görmez olur. Sözümüz, Edebâlî için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyetim say.”
Bu vasiyet, sadece bir babanın oğluna öğüdü değil, bir milletin yönetim anlayışına yön veren ahlâk pusulası olmuştur. Osmanlı Devleti’nin adalet, tevazu ve hikmet ekseninde yükselmesinin ardında işte bu irfan geleneği vardır.
Sıradaki yazımızda görüşmek üzere! Yaşam sevinciniz eksik olmasın!
MURAT ALTIN