Sahneye çıkmaktan, toplumun karşısında iki kelam etmekten çok çekinir, utanır hatta yapamayacağını zannettiği için aklına bile getirmezdi böyle bir çalışmaya katılmayı.
Fakat her nasıl olmuşsa bu seneki edebiyat öğretmeni “Mevlana şiirlerini beraber okuruz!” deyivermiş neredeyse bütün sınıfı programa dahil etmişti.
Önceki senelerde öğrencilerinin tek başına okuduğu uzun şiirleri, lokma lokma yapmış ekmedi dilimlercesine bölmüş ve herkesin ezberleyebileceği hale getirmişti.
Liseli genç, bir arkadaşının “Bu ne güzel koku böyle, bu ne güzel koku. Yoksa uzaktan gelen o mu?” diye başlayan şiirini dinlerken bir dostluk, bir muhabbet kokusu almaya çalışmıştı.
Mevlana Celaleddin-i Rumi, kâmil insanı, Allah dostlarını anlatırken zuhur eden o güzel kokuyu uzaklardan duyduğunu, telaffuz etmiş adeta. Genç de en yakın arkadaşını düşünmek zorunda kalmıştı duyduğu bu dizelerin etkisiyle.
Diğer arkadaşının “Kusuruma bakmayın benim, dostlar! Ben bayraklara aldırmayan bir padişahın yoluna düşmüşüm!” diye başlayan dizilerini okurken de kainatın en şereflisi yani insanın nasıl bir güce sahip olduğunu hissettiriyordu.
Bir ableme, bir sembole değil Allah’ın yoluna, onun rızasına değer verdiğini anlamaya çalışıyordu. Devamındaki dizeler okundukça coşkusu yükseldikçe yükseliyordu.
“Toprağa, ateşe, havaya, suya isyan etmişim. Altı yöne isyan etmişim!” Bir olan Allah'ın yoluna düşmüş gönül sahibi, tüm kayıtlardan/ sınırlandırmalardan, fiziki kurallardan kurtuluyor, başı arşı alâya değiyordu. Allah kuluna ne kadar çok değer veriyordu. Yüreği yerinden çıkacak gibi oldu.
Çok basit gibi görünen şiirin kendine düşen kısmını ezberlemekte zorlanıyordu. Okuyor, tekrar okuyordu. Bıkmadan bir daha okumaya çalışıyor ama bir türlü şiiri aklına yerleştiremiyordu.
Hocasının şiiri ezberlemek için söylediği teknikleri uygulamadığını fark etti. Boş bir odada, koltuklara, duvarlara, masa, dolap, sandalye ne varsa... Hepsinin birer seyirci olduğunu kabul ederek okuyacaksınız demişti.
Başını dik tutuyor, derin bir nefes alıyor, gözlerini belki bir noktaya dikiyor; bakıyor ama görmüyordu. İzleyiciler arasında birisinin, dikkatini dağıtacak el kol hareketi yaparsa işte o zaman ne yapacağını bilemiyordu.
Tüm çalışmalar/ tüm provalar bu tür engelleri aşıp çok doğal bir şekilde okumak içindi. Evde kimsecikler yokken sesine, kelimelerin ruhunda olan duyguyu yüklemeye çalışarak telaffuz ediyordu.
Sonra el kol hareketleri yaparak yüzüne de aynı anlamı giydirmeye çalışıyordu. “Oraya gitme!” dediği zaman sağ eliyle uzak bir noktayı gösteriyordu.
“Şu görünene aldanma!” derken yine elini sol taraftan alıyor sağ tarafa doğru açarken yukarıya doğru kavis çizerek gördüğü her şeyi kastediyor. Yüzünün nasıl gerildiğini, sesinin nasıl tonlarca ağırlığa ulaştığını hatırlıyordu.
Sonra sahneye çıkarken giyeceği kostümü düşünüyordu. Bir salon dolu çift gözü hatırlıyor ve heyecan içinde heyecan yaşıyordu.
Sonra hocasının “eğer çok iyi ezberlerseniz; hani, adın nedir diye sorulduğunda düşünmeden söylediğiniz gibi, dizelere başladığınızda bütün kelimeleri de telaffuz ettiğinizde rahat bir şekilde okumalısınız. Hiç düşünmeden hayal edin o halinizi.”
Liseli genç basına taktığı mezar taşı misali sikkeyi, sırtına vurduğu cübbe ile sahneye çıktığında bir çırpıda okudu şiirini. Büyük bir alkış ile sahneyi terk ederken o aşılmaz sandığı tüm engeller geride kalmıştı.
Eve gidecek yaşadığı deneyimini ailesiyle paylaşacak hatta edebiyatçının Mesnevi’den anlattığı annesini öldüren gencin hikayesini de anlatacaktı. 17 Aralık Şeb-i Arus törenlerini de Konya’dan yapılan canlı yayında izleyecekti.
AHMET TAŞTAN