Sırrı Süreyya Önder’in vefatının ardından Türkiye’nin geleceğine ışık tutan bir şey yaşandı: Önder’in cenaze namazını İhsan Eliaçık kıldırdı. İhsan Eliaçık, İslamoğlu ve Okuyan gibi ilahiyatçılarımızın Seküler yazarlar/politikacılar tarafından çok sevildiğini itiraf etmek ve onları uyarmak zorundayız.

Şu anda halkın iradesiyle muhafazakâr bir hükümet tarafından yönetiliyoruz, halkın iradesi bir gün seküler bir hükümetin başa gelmesini talep edebilir. İşte o zaman Kur’an Müslümanı İlahiyatçılar çok çetin sınavlarla karşı karşıya kalacak: Hayy Bin Yakzan’a Hükümdarlık talep edilecek.

Büyük Selçuklu İmparatorluğunda başlayan medenileşme/şehirleşme maceramız boyunca Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğu kabul edilmiş Halifelerin iradesi altında yaşadık. Bunun bütünüyle yanlış bir şey olduğunu iddia etmek tarihsel anlamda pek zor ancak hükümdarlarımız yozlaştığında din kurumunun sarayın oyuncağı haline geldiği açık gözükmektedir. Özellikle Osmanlı’nın son yüzyıllarında Ulemanın dini görevlerini bir kenara koyarak siyasetle ilgilenmesi imparatorluğun çöküşünü hızlandıran etkenlerden birisi olmuştur.

Süreci biraz daha gerisinden almak lazım: Emevi Halifeliğinden (Belki de bunu Hz. Osman’a kadar götürebiliriz) bu yana “Halife” unvanının kapsamı doğal olarak çağın iktisadi ve politik şartları tarafından şekillendirilmiştir. Bu dönem; Mevâlî Politikası, soya bağlı hükümdarlık ideali ve fethedilen toprakların idaresi bakımından pek çok tartışmaya açık bir dönemdir. Ancak Emevi Döneminin bize bıraktığı en önemli tartışma: Öteki Problemidir.

Emevi Dönemi; Müslümanlar arasında yaşanan pek çok ihtilafın kökenini kendisinde barındırır. Şia-Sünni ayrımı, Hariciler meselesi ve daha pek çok iç isyanla karşılaşırız. Bugün kendi içimizde yaşadığımız bütün problemlerin aslında 700’lü yıllardan bu yana benzer zeminlerde/bağlamlarda yaşandığı gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekmektedir. Bu gerçek bizi başka bir sonuca götürür: Neredeyse 1300 yıldır problemi çözmek değil çatışmaları harlamak mevzubahis olmuştur.

Çatışmaları dindirmek ve barışı tesis etme görevi ise Hz. Ebubekir döneminden bu yana Halifeye istinat edilmiştir. Ancak Muaviye’nin iktidarından başlayarak incelediğimizde Halifenin barışı tesis etmekten ziyade kendisine mutlak bir otorite çizdiği ve bu otoritenin çatışmaları daha çok harladığı zaman zaman görülmüştür. Bu, Orta Çağ’ın karakteristik hükümdar prototipidir. Adem Çaylak Hoca’nın da incelediği üzere Muaviye Bizans sınırında yaptığı görev süresince Bizans Hükümdarlarının hem dini hem de politik anlamda mutlak olma özelliğinden etkilenmiş gözükmektedir.

Ernst H. Kantorowıcz, “Kralın İki Bedeni” adlı eserinde bu hususu detaylıca işlemektedir. Orta Çağ’da hükümdarın iki bedeni bulunmaktadır: Doğal ve Politik (Mistik) Beden. Doğal olan etten kemikten olan bedeni temsil ederken politik beden ise onun yargı organları/idare/ekonomi ve ruhban üzerindeki iradesini temsil etmektedir. Bu bağlamda hükümdarın politik bedeni sorgulanamaz ve mutlak bir hal alır. Politik bedenin meşruiyeti soya dayalı olsa bile onu meşru sayan tebaa olmadıkça bir anlam ifade etmez; bu bağlamda Halife, bütün ümmetin birleşmiş bir vücudu haline gelir. Ancak ümmet bütünüyle onun halifeliğini kabul etmemektedir. Burada Şerif Mardin’in işleyeceği Merkez-Taşra gerilimi kendisini gösterir.

Halifeliklerin bazıları “Saray Teolojisi” kurmuşlardır. Bunun sınırları çağdan çağa değişiklik göstermiştir. Halife, sarayda (merkezde) kabul edilen itikadın taşraya yayılmasıyla politik bedenini bütünlüğe kavuşturmak ister. Osmanlı’da medreseler yahut Nizamiye Medreseleri bu amaca hizmet etmiştir.

Bazen Ehli Sünnet bazense Mutezile Saraya hâkim olmuştur. Bu bağlamda saray teolojisi devamlı bir “öteki/çatışma” üretmektedir. Bu anlamda öteki(taşra)-merkezdeki daimi bir çatışma içerisine girişmiştir. İki tarafında hatası, öteki-merkezdeki çatışmasını çözmeyi değil merkezdeki taraf olmak istemesidir.

Bu tartışma halen süregelmektedir. Özellikle Cumhuriyet’in ilanı ile “Ankara Teolojisi” kurulmuştur ve bu bütün ulusa bir sivil din olarak aktarılmak istenmiştir. Said Nursi gibi isimlerde tarihi anlamda bu teolojide öteki olmuştur. 2000’li yıllardan itibaren de öteki olarak adlandırılan tekke/zaviye teolojisi merkeze gelmiştir. Ankara Teolojisi ilk kurulduğunda öksüz kaldı, Mehmet Akif sırf alet olmamak için Lübnan’a kaçmıştı. Ancak şimdi öksüz kalacak gibi durmuyor.

Elbet bir gün aynısı yaşanacak. Kur’an Müslümanlığı, hakim teoloji olarak her yerde bir metaymış gibi “pazarlanacak”. Saflığın, sorgulamanın, çatışmanın değil birleşmenin sembolü olan Hayy Bin Yakzan’a iktidar olma fırsatı sunulacak.

Hayy ne mi yapardı? Her şeyini toplar adasına geri dönerdi. Tarihe “araç” olarak geçmek yerine, onurluca yaşar ve ölürdü. Kur’an Müslümanlarının eline çatışmayı durdurma imkânı geçiyor. “Ulusal Dine” hizmet edeceklerine Allah’ın Dinine hizmet etmeliler.

ALİ KURNAZ