Gönül yorgunluğu, sözlük anlamına baktığımızda; insanın içinin, gözünün, kalbinin, sevgisinin yorulmasıdır. Bedenlerimiz yorulur biliriz de içimizin nasıl yorulduğunu düşünüp anlamak gerekir. Fizik olarak güç kuvvet gerektiren işlerde çalışınca insanoğlu, bedenen yorgun düşer. Çok hesap kitap yapsa, aşırı düşünse bir şeyleri, zihni yorulur. İnsan denilen sadece zahirden ibaret değildir.

Beden ve ruh elbisesi üzerinde olan muazzam bir candır. Kâinatın gerçek Sanatkârının en güzel eseridir. Üzerinde taşır her türlü meziyeti, elementi, adeta kâinatın küçültülmüş bir halidir. Yerlerin ve göklerin taşıyamadığı sorumluluğu yüklenendir. Bu sebeple de dışı nasıl yoruluyorsa, insanı insan yapan içi de öyle yorulur…

Kalp; hayatın merkezidir insan açısından ama asıl duyguların merkezi vardır ki o da gönül hanesidir. Stres, huzursuzluk, yorgunluk, canın merkezi olan kalp organını zedeler, sekteye uğratır. Peki, duygularımıza ev sahipliği yapan gönül nasıl yorulur? Aradığını bulamamaktan mı? Samimiyetten yoksun insanlardan mı, sahte ilişkilerden mi? Bencil, nankör, açgözlü, vefasız ve kaygısız kişilerden mi?

Duygudan yoksun insan tiplerinden mi? Vedud ismi ile yaratılan kâinatta sevgiden yoksun bırakılırsa, ya da gerçek sevgiyi bulamazsa da yorulur mu? Zahirini beslerse her türlü nimetle ama içini doyurmazsa mesela, huzur bulur mu? Günümüz dünyasında, görünürde “harikayım, mutluyum” görüntüsü altında öyle hayatlar vardır ki insanın yüreğini burkan… Hakikatle görünür arasında ince bir çizgi vardır elbet, bakıp anlamak niyetinde olana. Dışardan baktığımız nice hayatlar vardır zevk ve sefa içinde görünen.

Eğlenen, hoplayan, zıplayan, kahkahalar atan, en şık mekânlarda boy gösteren, en şatafatlı, marka kıyafetleri giyen, her şeyin en pahalısını alınca çok mutlu olacağını sanan nice insan tiplemeleri… Zahirine baksan her şey yolunda gibidir de aslı öyle midir gerçekten? Onca debdebenin içinde, başkalarına görünme maksatlı yapılan, paranın, eşyanın, dünyalık nimetlerin araç değil de amaç olduğu, sanal âlemdeki mutluluk oyunları, insana huzur verir mi hakikatte? Aslında cevabı sorularda saklıdır, arayan elbette bulacaktır.

İnsan en çok kendini kaybettiğinde uzaklaşır hakikatinden. Mutlu olmayı isterken dünyevileşir, sanır ki her şeyi tam olursa içi huzur bulur. Tam olmak mümkün değilken, eksikliğinden habersiz ömür tüketir. İsteklerimiz sınırsızdır oysa ihtiyaçlarımız ise sınırlıdır. Denge kurmak, hayatı şekillendirirken hep daha fazlasındadır gözü. Bu yüzden bedenini de zihnini de yorar, çabalar, didinir durur.

Ömrünü, alacağı eşyalara, eve, arabaya, yazlığa adamış gibidir. Sanki biri olmazsa dünya da eksik kalacaktır. Gençliği, yetişkinliği, sağlığı gider, zaman akıp gider de fark etmez. Dünya denilen misafirhane de geçip giden sevdiklerini görür ama akıllanmaz. Ölüm denilen gerçeği unutmuş gibi, ahiret yurdundan bihaber yaşar. İhtiyarlık nasip olursa sızlanmaya başlar ama geçen geçmiştir artık…

Aklına gençlikteki ihmalleri, kırdığı kalpler gelir, üzülür. Anne- baba olarak sevgiden ve ilgiden mahzun ettiği evlatlarını düşünür, onlara daha iyi bir gelecek hırsı yüzünden yaptığı ihmaller, yüreğini acıtır. Ya da kendi anne-babasını merhametle kucaklayamadığı, sevgisini açıkça gösteremediği gerçeği ile yüzleşir. Bazen de yol arkadaşı, yareni, eşine olan muhabbetini yansıtamadığı, ona verdiği değeri ifade edemediği, onunla daha fazla zaman geçirmediği için hayıflanır.

Anların kıymetini bilmek, şükür ile ömrünü bereketlendirmek varken, insanoğlu çoğunlukla aldanır. Bu yüzden bedeninden daha fazla gönlü yorulur. Ve hakikat odur ki zahiri yorgunluk dinlenmekle geçerken gönül yorgunluğu deler geçer insanın içini. Kapanmayan yaralar açar, hiçbir sargının sarıp sarmalayamadığı

İhmale gelmez ne zaman ne de kâinatın numunesi insan…

Sözün özü; “ Gönül, han değil, dergâhtır. Paldır, küldür girip çıkılmaz, günahtır.” ( Mevlana)

Sevda ÇEVİK