Toplumların karakterleri bireylerin karakterlerinin toplamının hepsini içerir diye tanımlamak mümkün olabilir mi bilmiyorum eğer bu mümkün ise toplumumuza çok büyük bir haksızlık yapmış oluruz. Toplumumuzun hasletleri, sunulurken hep iyilikler, güzellikler, yardım severlik ifade edilerek bireyler üzerinde sinerji oluşturulmaya çalışılır. Bunun böyle olması gerekir ki toplumu oluşturan bireyler arasında bir kenetlenme bir bağ oluşsun.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında savaş nedeniyle yoksullaşan halkı çalışmaya sevk etmek, yoksulluktan kurtulsun diye toplumda bir sinerji oluşturmak için 'Türk öğün, çalış güven' denilerek bir hedef verilmiş. Tabi bizler hep gurur duyduk yardımsever, çalışkan, zeki olan toplumumuzla. Bütün bunlar gururumuzu okşayan şeyler. Bunların dışında bir de realite dediğimiz şey var ki ne yazık ki realite ile gururumuzu okşayan söylemler birbiriyle örtüşmüyor. Toplumsal ve bireysel realiteler bazen insanları zıvanadan çıkarıyor.
Birinci dereceden akrabalarının koruması altında olması gereken kardeşler ne yazık ki işkence altında ev hapsinde tutuluyorlar. Ev hapsi ve işkence yetmezmiş gibi bir de aç ve susuz bırakılıyorlar. Bütün bu insanlık dışı muameleler sonucunda üç kardeşten en küçüğü altı yaşında olan yaşam mücadelesini kaybediyor. Bütün bu olanlar düşünülünce toplum çıldırmış gibi, sadece bunlar olsa.
Madde bağımlısı bir erkek birey vücudunun istediği maddeyi alıp vücuduna zerk etmek için paraya ihtiyaç duyuyor. Çalışmayan, işi gücü olmayan kene gibi anne babasının maaşını sömüren asalak bu şahıs, birey mi, kene mi tarifi yapılamayan bu insancık annesinin katili oluyor.
Bunu da olağan kabul edebilirsiniz ama daha da vahimi ne olduğu tam bilinmeyen bir olay daha haberlere düşüyor. Yazayım mı yazmayayım mı diye ikilem içindeyken bugün her nedense sol yanımdan kalkmış olacağım ki yazayım diye klavyeye dokunmaya devam etmeye karar verdim. 95 yaşındaki piri fani adam 57 yaşında ki oğlunu öldürüyor, gelinini yaralıyor. Sahi toplumumuza ne oluyor.
Peygamberimizin, amcası ve zevcesinin vefatlarının ardından, yapılan zulüm ve baskılar iyice artınca, Peygamberimize karşı yapılan düşmanca saldırılar, vahşet derecesine ulaşınca, yanına Zeyd (r.a.) alarak Mekke'nin 120 km. ilerisindeki Taif şehrine gitti. Orada on gün kaldı. Orada İslam'ı anlattı, ileri gelenleri ile görüşerek, puta tapmaktan vazgeçip Allah'a inanmaları gerektiğini telkin etti, konuşmadığı kimse kalmadı. Fakat bu davet, Kureyşliler gibi putperest bir kavim olan Taiflilerin arasında da korkunç bir fırtına kopmasına sebep oldu. Hiçbiri hidayete gelmedi, üstelik Peygamberimize yapmadık eza ve cefa da bırakmadılar. Öyle ki alay ettiler, hakarete başladılar. Ardından da kölelerini yolların iki kenarında sıra yapıp taşlattılar. Peygamberimizin ayakları kan içinde kaldı, ayakkabıları kanla dolmuştu.
Cebrail (a.s) ile birlikte melekler Peygamberimize gelerek, 'Ya Resulallah! Emir buyur, bu kavmi helak edelim!".
O rahmet membaı ve merhamet Peygamberi, uğradığı bu feci muamele karşısında bile beddua etmeyip ellerini açarak:
"Allah'ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belalara aldırmam! İlahi! Sen kavmime hidayet ver, onlar bilmiyorlar." diye niyazda bulundu.
Toplumuzun yüzde doksanının İslamiyet'e inandığını biliyoruz ama bu hiddet ve bu şiddet neyin nesidir? Ne yazık ki İslamiyet'in merhamet duyguları toplumun üzerinden sıyrılmış, gitmiş gibi. Allah ıslah etsin, diye dua edelim belki huzur ve selamet toplum üzerinde bir sinerji oluşturur. ÖZER YILMAZ