İnsanlığın başlangıcı kadar eskiydi ilk “kurban”. Hz. Âdem’in çocukları Habil ve Kabil’in, Rablerine kurban sunmaları istenmişti. Habil çiftçiydi; elindeki mahsulün en iyisini hazırlayarak sunmuştu Kâinatın Sahibine. Kabil ise hayvancılık yapıyordu; kendince bir hesap yapmış; hayvanlarının en cılız olanını sunmuştu. Biri cömert davrandığı için sunduğu, Allah katında kabul görürken; diğeri ise cimrice davrandığı için reddedilmişti. Her şeyi ihsan edene yaklaşmak için çabalamanın, elindekinin en güzelini gerçek Sahibine adamanın adıydı kurban… En sevdiğini gerekirse En Sevgili ’ye feda etmek ve her daim O’na teslim olmak demekti. Adanmışlık ve boyun eğmekti, Allah’a yaklaşmaya vesileydi.

Hz. İbrahim ailesi Kuran’daki kıssalarıyla teslimiyet ve ihsan şuurunun en güzel örneğini bizlere sunmaktaydı. Hz. İbrahim ve eşi Sare’nin güzel yuvaları evlat imtihanı ile tutuşurken, İbrahim AS Rabbinden gelene razıydı. Eşi ise, Hz. İbrahim gibi birinin soyu devam etsin dileğinde o kadar ısrarcıydı ki kendisine çok zor geleceğini bildiği halde Hacer isminde ahlakını beğendiği bir hanımı, eşi için seçmiş ve evlendirmişti. İstiyordu ki eşinin hayırlı bir evladı olsun. Allah’ın peygamberinin zürriyeti kesilmesin. Dileği kabul olmuş ve İsmail dünyaya gelmişti. Ancak asıl imtihan bundan sonra başlamıştı Hz. Sare için. Eşine olan muhabbetini başka bir hanımla paylaşmak ağır gelmeye başlamıştı ve bu da doğal olarak davranışlarına yansımış, hanenin huzuru kaçmıştı. Hikmet-i İlahi, peygamberinin imdadına yetişmiş, hanımı Hacer ve bebeğini alarak farklı bir diyara götürmesini istemişti.

Hz. İbrahim, Rabbinin emri gereğince ailesi ile yola çıkmıştı. Uzun bir yolculuk sonrası Yaratıcının murat ettiği yere varınca durmuş, eşi ve bebeğini bırakarak oradan uzaklaşmaya başlamıştı. Hz. Hacer şaşkındı, çünkü eşi çölün ortasında ıssız bir yerde bebeğiyle baş başa bırakarak, hiçbir kelam etmeden gidiyordu. Arkasından seslendi: “Bizi bu yerde öylece bırakıp nereye gidiyorsun?” Hz. İbrahim ardına bile bakmadan yürümeye devam etti. Eşinin merhameti ve sevgisinden emindi, peki bu olanların anlamı neydi, aklı almıyordu. Sonra bir an duraksadı ve yutkundu Hacer: “ Ey İbrahim, sana bunu Allah mı emretti? Bu soruyu İbrahim ardına bile dönmeden sadece başıyla onayladı. Hacer bütün gücüyle şöyle seslendi Allah’ın peygamberine; “ Ey İbrahim, git ve merak etme, Rabbim bizi korur.”

Hz. Hacer beklemenin imtihanına razıydı ve Rabbine dayandı. Hz. İbrahim, yıllarca hasretle beklediği, gözünden sakındığı yavrusu ve eşini çölün ortasında bırakmanın imtihanını yaşıyordu. Hanımına yüzünü dönememişti, çünkü eğer arkasına baksa merhametine yenik düşebilirdi. Allah’ın emrini çiğnememek için sabır zırhını kuşanmış ve kalbindeki hüznü âlemlerin Sahibi ’ne iltica etmişti. Ellerini semaya açarak yalvarmıştı: “ Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut!” ( İbrahim suresi; 35.ayet) Hz. Hacer çaresizliğin ortasında çaresizlerin Sahibi ‘ne tam bir teslimiyet ile güvenmişti. Rabbimizin hikmeti bu ya; öncesinde ıssız bir çöl olan diyar, Hz. İbrahim de duasının karşılığı olarak emin bir şehir olmuştu. Yıllar sonra İbrahim AS, ailesini bıraktığı yere dönmesi ve Beytullahı imar etmesi emredilmişti. Geldiğinde şehri gören peygamber şükrederek eşi ve oğlunu bulmuştu. Ve Kâbe’yi inşa etmek baba- oğul, İbrahim AS ile oğlu İsmail’e nasip olmuştu.

Adanmışlık ve teslimiyetin en güzel timsaliydi İbrahim ailesi. Birçok ibadetin başlangıç hikâyesi onlara dayanmıştı Kuran’da. Hz. İbrahim rüyasında evladını kurban ettiğini görünce bunun bir işaret olduğunu anlamıştı. Rabbinin emri gereğince henüz çocuk yaşta olan oğlunu alarak yola düşmüştü yine. Bu sefer daha zor bir imtihanın içindeydi. Göz bebeği canının parçası evladını nasıl kurban verecekti… Oğlu İsmail’e durumu anlattı. Evladı babasına yaraşır bir şekilde karşılık verdi; “Babacığım, sana buyrulanı yap; inşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” ( Saffat Suresi; 102.ayet) Tam bir teslimiyetle uzandı İsmail, kurban olacağını bile bile. İbrahim AS bıçağını dayadı boynuna ama olmadı. İsmail babasından gözünü kapatmasını ve yan çevirmesini istedi kendini. Böylece göz göze gelmeyeceklerdi ki Allah’ın emri tam gerçekleşsin! İşte tam o sırada bir koç ile çıkageldi, vahiy meleği. İmtihanlarını vermişti baba-oğul. Biri, canının parçasını feda etmenin, diğeri kendinden vaz geçmenin ve teslimiyetin… Kurban olmak; sadece Allah için kendi canından geçebilmek. Kurban; sevdiğin şeyleri, Rabbinin yolunda infak etmek ve bundan razı olmak. Kurban; Hz. İbrahim’ den gelen

Bir gelenek ve Rabbimizin buyruğu. Aslında her iman edenin Allah için feda etmesi, malından, mülkünden, sevdiği şeylerden…

Şimdi açık yüreklilikle sormalıyız kendimize; biz neresindeyiz bu kurban ibadetinin? Ne kadarını idrak etti aklımız ve ruhumuz? İbrahim misali, feda edebildik mi en sevdiğimizden? Yahut İsmail gibi teslim olduk mu Rabbimize? Veya Hacer misali, razı olduk mu, yeri geldiğinde sırf Allah için geçebildik mi, yardan yarenden? Şimdilerde canlarıyla kurban olan kardeşlerimiz var gözümüzün önünde. Zalim, canavar bir zihniyetin soykırım yaptığı, her gün parçalara ayrılan naaşları, gözü yaşlı toplayan babalar, tüm evlatlarını Allah’a kurban eden analar. Filistin, dünya devletlerinin seyircisi kaldığı, sivil hayatların hiçe sayıldığı topraklar. Katil İsrail ve destekçisi zalim dünya ülkelerinin her an acıya boğduğu diyarlar… İslam âlemi sessizliğe gömüldüğü ve tüm dünya var gücü ile vicdanının sesini dinlemediği sürece gözyaşı ve kanın silinmeyeceği aşikârken kurban gibi bir ibadeti idrak eden müminler, (!) kardeşlerinin her gün kurban edilmesine daha ne kadar seyirci kalacaklar? Sadece sembollere boğulan ve şekle indirgenen ibadetin özünü kaybedeceğini bilmiyorlar mı?

Sözün özü; “ Unutmayın ki, o kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Sizden Allah’a ulaşacak tek şey takvanızdır…” ( Hac Suresi; 37. Ayet)

Sevda ÇEVİK