Bir “ol”! Emri ile başladı her şey. Hay isminin tecellisiyle can buldu kâinat ve içindekiler. Kayyum olan, Musavvir ismi ile şekillendirdi. Cemil sıfatıyla güzellikler ihsan eyledi, Kerim olduğu için cömertçe ikramlar sundu, Rahman sıfatıyla merhamet eyledi, Vedud ismi ile sevdi, sevdirdi, muhabbeti yarattı… Sayısız nimetleri var etti ve ayaklarının altına serdi, yeryüzüne vekil olarak gönderdiği, halifesi kıldığı insan içindi hepsi… Murad etti ki seçkin olarak yarattığı insanoğlu, kulluk bilinciyle yaşasın, kâinatı imar ve ihya etsin.

Ömür sayfasına güzel işler katsın, kendini var edene hamt etsin, ibadetle yücelsin ve Rabbine kavuşsun. En mükemmel şekilde yarattı insanı ve âlemi her şeyin yegâne sahibi olan Allah. Görmesinin kuvvetli olması için iki göz, iyi dinlemesi için iki kulak, az konuşması içinse bir ağız vermesi boşa değildi. Yaratılan her şeyin bir hikmeti vardı elbette. Her bir zerre bir amaca hizmet ediyordu.

Gece-gündüz dengesi, mevsimlerin geçişleri, göklerdeki nizam, yerin içindeki düzen, hayvanlar âlemindeki uyum, karıncaların çalışkanlığı, ipek böceğinin sanatkârlığı, arının becerikliliği, çiçeklerin alabildiğince rengârenk oluşu, ağaçların çeşitliliği, meyve-sebzelerin lezzetleri, vitaminleri derken muhteşem bir ahenk karşılıyor bizleri…

Canlı-cansız, hepsi bilincinde yaptıklarının da, peki insanı hangi kefeye koyacağız şimdi? Âdem oluşunun farkında mı? Yaratılmışların en şereflisi olduğunu biliyor mu? Kendine yüklenen özelliklerle uyumlu mu? Akıp giden ömür sayfasına neler yazabiliyor acaba? Zamanın kıymetini hissedebiliyor mu?

Hayatın anlardan ibaret olduğunu, yaşadıklarının tekrarı olamayacağının ve yanındakilerle belki bir daha bir araya gelemeyeceğini idrak edebiliyor mu? Ne ucuz yaşamayı tercih ediyor kimi zaman insan. Oysa hayat dediğin paha biçilemeyecek kadar değerli ve her an yaşanmaya değer.

Rahmet Elçisi; “ İki nimet vardır insanlar, bunun kıymetini bilmez, sağlık ve boş vakit”, derken ne kadar da güzel ifade etmiştir bu gerçeği… Rabbimiz, “Asra ant olsun”! Diye buyururken zaman kavramına dikkatimizi çekmiştir.

Derviş’in sattığı “buz misali, sermayesi eriyen şu adamın haline görmez misiniz”? Akıp giden ömür sermayesini, gözler önüne sermektedir. Yaşadığımız hayata anlam katmak, tadını çıkararak, şükürle geçirmek, ardımızdan hoş bir sada bırakmak, aslında insani yaşamanın en güzel örneğidir.

Şimdilerde modern zamanın bir hastalığı olarak, “can sıkıntısı”, kavramı türemiştir. Küçücük çocukların dahi diline doladığı bir söz haline gelmiştir. İlginç olan, oyundan başka derdi olmaması gereken evlatlarımız, neden bu şekilde hissetmektedir? Kelime manasına baktığımızda; “işsizlik, boşluk dolayısıyla ruhta meydana gelen bunalma, tedirginlik”, açıklaması karşımıza çıkmaktadır. Kâinatın boşluk kabul etmediği aşikârdır. İnsanoğlu da kendini boş bırakıp, batıla daldığında, ruhunu sıkmakta, onu bunalıma sokmaktadır. Amaçsız ve anlamsız hayatların gidişatı, doğal olarak buhrandır. Yetişkinler, TV, sosyal medya, sanal âlemlerde vakit öldürdükçe koskoca bir boşluk içinde kendilerini bulmaya devam edeceklerdir. Öğrenmek, üretmek, anlamak, çalışmak, faydalı olmak, yardım etmek, paylaşmak, insanın doğasındaki en değerli kavramlardır. Bu durumdan uzaklaşan insanlık, yetişkininden, gencine hatta körpe çocuğuna kadar “can sıkıntısı”, kavramını yaşam biçimi haline getirmektedir.

İmam-ı Şafi’nin deyimiyle; “Kendini hak ile meşgul etmezsen, batıl seni işgal eder”, gerçeği hayat bulmaktadır. Maalesef bu hal, gün be gün hastalık boyutuna ulaşmıştır. Oysa hiç birimizin ömrü, sıkılmaya vakit kalmayacak kadar değerlidir. İşe büyüklerden başlayarak meşguliyetlerimizi artırmalı, faydalı ve anlamlı bir hayatı tercih etmeliyiz. Var oluş amacımızı keşfettiğimizde, kabiliyetlerimize göre hayatımızı şekillendirmemiz mümkündür. Zamana durduramayacağımıza göre vaktin kıymetini bilmek zorundayız.

Sözün özü; “ O halde boş kaldın mı yine kalk( başka bir işve ibadetle) yorul”. (İnşirah suresi; 7.ayet)

Sevda ÇEVİK