Gitti canımın cananı
Ay le canım, vay le canım, uy canım
Beni bıraktı yaralı
Mihricanım, vay le canım, uy canım…
Bir hafta önce biricik annemi kendi ellerimle toprağa verdim ben… Bu pazar anneler günüydü, ben ise üzgündüm, buruktum, tarifi imkânsız mahzun haldeydim…
“Annen yok, kimsen yok” demişti ya Doğan Cüceloğlu, dibine kadar yaşıyorum bu duyguyu. Bundan böyle, gününü kutlayacağım bir annem olmayacak şu dünyada… Göbek bağım gitti, dünyaya düşürenim gitti, süt verenim, su verenim, terbiye edenim gitti. Merhametlim, şefkatlim, kara gözlüm gitti…
Acımızı paylaşan çok dostlarımız oldu, yüzlerce insan taziyede bulundu sağ olsunlar, cümle göçmüşlerimize rahmet olsun… Bir de Abdulvasih Duran hocamın mesajı vardı, yürekten etkileyen. “Hocam acını paylaşıyorum, Allah gani gani rahmet eylesin. Birinin annesi ölünce, taziye için görüştüğümde yaşını sorardım merhumenin… Yetmişli seksenli yaşları duyunca da, ömrünü sürmüş, hastalıkları kefareti olsun diye düşünür, bu şekilde de ifade eden cümleler kurardım. Ne zamanki kendi annem vefat etti, o zaman anladım ki, ölen anne ise yaş hiçbir şey ifade etmiyormuş”… Bu minvaldeydi mesajı…
Gerçekten de öyleymiş, annenin yaşı yokmuş… Evlat için anne hep aynı yaşta, anne için de evlat hep aynı bebek imiş, teyit ettim…
Anam Muhtarın Mustafa’nın ikinci evladı, en büyük kızı… Fakir ve kalabalık bir aile, ahırda onlarca inek, köyde, komda, yaylada evler etraflarında tarlalar, çayırlar, bir o kadar orman vs… Hayriye hep önde, hep tarlada, hep ormanda hep, işte güçte yorgun argın…
Gelin oldu on yedisinde, dayısı Ali Galip efendi oğlu Süleyman’a nikâhladılar onu...
Hacıefendiler konağı evden ziyade bir tekke, bir tarikat ocağı… Öyle bir keşmekeşin, öyle bir kalabalığın içine düştü ki genç yaşında, baş etmek mümkün değil… Gelenin gidenin haddi hesabı yok, yatılısı var onlarca, şeyh efendi dedemizin tarikine intisab eden müritlerin hizmetinden, yedirilip içirilmesinden tutun, ahırdaki ineklerin, tarlada bahçelerdeki her türlü ekip biçme işinin çekip çevrilmesi onun üzerine kaldı hep…
Arka arkaya doğdu altı evladı, biri vefat etti birkaç aylıkken yıllar sonra doğdu yedincisi… Onca iş, onca meşgale, onca çilenin üstesinden genellikle tek başın gelmeye çalıştı… Birçok hastalığa duçar oldu bu süreçte… Türlü ameliyatlar ve tedaviler arasında yine çalıştı, yine çalıştı… Hastayken de çalıştı, hamileyken de çalıştı… Köy çocuklarının oyun alanıydı avlumuz, her gün onlarca çocuk doluşurdu oraya, kimi kırar döker, kimi kirletirdi etrafı ya, temizlerdi, paklardı ama en ufak kötü söz çıkmazdı ağzından onlara, müşfikti, merhametliydi, “Heyriye yenge”siydi hepsinin…
Hangi yemeği severdi, hiç bilmedik, hangi renge müptelaydı, hangi kıyafeti yakıştırırdı kendisine hiç duymadık… Kendine özel ne odası vardı, ne yatağı, tek bir ahşap sandığı vardı hiç kullanmadığı oyalı çeyizlikleri vardı içinde. Birkaç kanaviçe yastık kılıfı, oyalı birkaç yemeni, o kadar…
Yatsı vakti gelirdi, mezereden, ormandan, sırtında onlarca kiloluk yüküyle. Yorgun argın atardı kendini ahıra, ineklerin hizmetine… Feryat kopardı ahırdan, ödümüz patlardı her seferinde, “maraz” derlerdi yaşadığına, kilitlenir kalırdı… Bunca eziyetin tıbbi karşılığı depresyon ve hatta ileri derecede tükenmişlik değil de neydi bilmem…
Eşi Süleyman Efendi babam, hep uzaklardaydı, Suluova’da babasının yanında çalıştı bir zaman, sonra Sürmene’de imamdı… O da ayrı bir çilekeşti ya, anam hep onsuzdu işte… Kırk günlük halvetlere katıldı kaç kez İstanbul’da, her ramazan itikâftaydı babam, arkada “kemreli eteğimle namazım oluyor mu ki” diye ağlayan anam vardı işte…
Namazında kusur etmedi hiç, vaktini de geçirmedi, orucunu da öyle… Tam itikatlı bir mümineydi çok şükür… Çok zekiydi, abisi Hasan, kardeşleri, Fahrettin, Cemal, Eyüp gibi… Onlar ona düşkündü, o onlara…
Evlatları büyüdü, her biri ayrı yerde… O yaşlandı, hastalıkları nüksetti, gün geldi hizmete muhtaç oldu… Evlatları hep yanındaydı, kızları titredi üzerine… Tek istediği ilgiyi, muhtaç olduğu sevgiyi, bebekliklerinde, çocukluklarında vakit ayırıp boca edemediği şefkati sınırsız buldu onlarda, Allah hepsinden razı olsun…
Seksen beş yıllık ömür, Amasya’da çok nezih bir hastanenin mükemmel kurgulanmış palyatif servisinde, iki kız evladının gözü önünde, o nasırlı eli Ali’sinin avuçları arasında, hali hayatında milyon kere okuduğu, dönüp dönüp tekrar ettiği “Yasin”in ilk sayfasının hitamında teslim etti ruhunu… Bir avazda, yaprak düşer gibi bir anda sessiz sedasız gidiverdi… Masum, günahsız, tertemiz geldiği dünyadan, bir asır sonra gitti yine tertemiz, günahsız masum…
Ölüm kaydını düştüler, adı: Hayriye…
Ölüm tarihi 30.04.2025, ölüm saati: 21.35…
Kendi ellerimle toprağa verdim annemi, hiç yaşamamış, hiç ölmemiş gibi…
Adı Hayriye annemin, yaşı yok…