Uzunca bir süredir Avrupa Teologlarını inceliyorum, yüzüme bütün sertliğiyle çarpan iki hususla karşılıyorum: İlki, bizim teolojimizin Avrupa Teolojisine kıyasla ne kadar geride kaldığı; İkincisi, din lügatini anlamada ne kadar eksik olduğumuz. Bu durum, İslâm’ın Musevilikten yahut Hristiyanlıktan daha geri olduğunu ortaya koymaz aksine biz Müslümanların tembelliğinin bir yansımasıdır.
Dogma, bizim de eğitim müfredatımızın yarattığı bir etkiyle herkeste olumsuz çağrışımlar uyandırmaktadır. Reformasyonun uluslararası çapta yarattığı etki de bunun bir katalizörüdür. En basit haliyle Dogma, mutlak bilginin varlığına olan bir inançtır. Bu gerçekten ne kadar kaçarsak kaçalım, dinin özünün dogmatik yani sorgulanamaz bir takım bilgilerden oluştuğunu kabul etmek zorunda kalıyoruz. Al-i İmran suresinin 7. Ayetini bu bağlamda okumak gerekiyor.
Alman Reformistler ve kurdukları gelenek, Skolastik yani Dogmatik Düşünceye karşı büyük bir karalama kampanyasına girişmişlerdi. Skolastik Dönem tabiri caizse sanki taşın taşa vurulup ateş yakıldığı bir dönem olarak lanse edilmiştir. Ancak şunu da unutmamak lazımdır ki Avrupa’nın Orta Çağının gerçekten de karanlık bir çağ olup olmadığı sorgulanmaya başlanmıştır.
Dogmanın egemen olduğu bu çağ bizleri farklı gerçekliklerle yüzleştiriyor. Ellen Meiksins Wood, Orta Çağ’ın feodalitesinde bir köyde yaşayan Avrupalıyı çiftçiyi belki de günümüzün hür insanından da daha ileri bir konuma yerleştirmiştir. Bu bağlamda Orta Çağ’ın İslam için mi yoksa Avrupa için mi “Altın Çağ” olduğu sorusuna çok değer veriyorum.
Altın Çağ’ın ölçütünün ne olduğu da bu bağlamda çok önemlidir; Sosyal Refah, Hürriyet ve Güvenlik gibi konularda bu iki medeniyetin karşılaştırılması elzemdir. Ötesinde, Alman Protestan Heinrich Heine şapkayı önüne koyarak özellikle Bizans İstanbul’unda 19. Yüzyılda bile tartışılmayan meselelerin mevzubahis edildiğini aktarmaktadır. Bu bağlamda dogmanın egemen olduğu Avrupa Orta Çağ’ını tekrardan anlamak gerekmektedir.
Orta Çağ’da Avrupa’da kiliselerde Latinceyle yapılan tartışmalar modern dünyaya ne atfediyor? İşte bu soru bütün hepsinin arasında ışıldıyor. Aslında bunun cevabını anımsayabiliyoruz zira İslâm’ın Altın Çağındaki felsefe de Skolastik öğretinin bir koludur. Sadece kültürel havza bakımından tartışma formları ve biçimleri farklıdır ancak özü aynıdır.
Katolik Teolog Romano Guardini, Liturjinin Ruhu adlı eserini “Logos’tan Ethos’a” başlıklı bölümüyle bitirir. Burada Logos; dogmanın, tefekkürün ve daha mutlak bir bilgiye (Logos) karşı olan bir acziyeti ifade eder. Ethos ise cemiyetin ruhunu, bireyin bu ruhun içindeki bireyselliğini ve onun iradesini/eylemlerini inceler. Dış çerçeveden bakıldığında Logos’tan Ethos’a geçiş bir “Özgürleşme” faaliyeti olarak görülmektedir.
Ancak Ethos’a geçiş yani Dogma’nın kaybı, hakikat ile olan ilişkimizin Guardini’nin de değindiği gibi daha paranoyakça bir hale büründürür. Bu bağlamda Logos’a en büyük darbeyi vurmuş Metodik yani her şeyden şüphe etmeyi öğreten öğreti, hakikatin manevi ve ahlaki gelişiminin yerine pragmatik ve mekanik bilgiyi getirmiştir. Günümüz akademik dünyası da bu mekanik ve soğuk bilgi üzerine kuruludur.
Dogmanın savunusu, hiçbir şeyin sorgulanmaya izin vermediği bir sistemin destekçiliği değildir. Nasıl ki bugün sanayileşmeyi eleştirdiğimizde antik çağlara dönmeyi savunmuyorsak, dogmayı da savunduğumuzda aklın bütün sistemden ötelendiği bir iman kurmayı da savunmuyoruz. Sadece reformasyon ile beraber gelen ucu bucağı olmayan bir sorgulama dalgasının maneviyatın büyük bir kısmını öldürdüğünü dürüstçe ifade etmek gerekiyor.
Reformasyon İngiltere’ye ilk vardığında büyük bir politik buhrana sebebiyet veriyor. İngiltere’de onlarca cemaat ve mezhep ortaya çıkıyor, herkes kutsal kitabı kendisine göre yorumluyordu. Bu durum, dinin politikleşmesinin bir bağlamda önünü açtı ve İngiltere iç savaşını körükleyenlerden oldu. Bu bağlamda şunu da görmek lazım ki Logos, iman edenin bütün insanlıkla dogma aracılığıyla bir bağ kurmasına sebebiyet veriyordu. Ethos ile herkese ve her şeye deruni bir kuşku duyan inananlar ortaya çıktı.
Bunu birkaç defa daha ifade etmiştim ancak namazda secde bütün İslâm’ın ya da bütün semavi dinlerin özünü ifade eder. Bu dünyada bizden çok daha büyük bir yaratıcı olduğunu, onun iradesi sayesinde yaşadığımızı ve onun bildiğini fakat bizim bilmediğimizi kabul ediyoruz. Secde faaliyeti ile bu yaratıcıya karşı olan acizliğimizi ifade ediyoruz ve “bilmediğimiz” gerçeğini dışa vuruyoruz. Bu çağda peşinden koşmamız gereken daha çok bilgi değil, elimizdeki bilgilerle manevi gelişimimize nasıl katkı sağlayabileceğimiz. Harekete değil, tefekküre ihtiyacımız var.