Küçüktüm, sanırım ilkokul ikideydim. Hava kasvetli, gök siyaha dönmüştü, ılık bir rüzgâr vardı mevsimine uygun. Şiddetleniyor, duruluyor, aniden fırtınaya dönüşüyor, savuruyordu önüne geleni…

Bu baharda, sonbaharda böyle olurdu bizim oralar, sert eserdi rüzgâr, tek bir yaprak bırakmazdı tek bir ağaçta, savurur yığardı kuytulara… Sonra kadınlar, çocuklar, hepimiz dalardık ormana süpürürdük, kestane, meşe, gürgen yapraklarını, doldururduk kofinlere… Yeni nesil bilmez kofini, elde örülür fındık çubuğundan, geniş aralıklı, koca bir sepetti bildiğin. Bastırarak doldururduk, üç metreyi bulurdu kumuluyla birlikte, havaleli olurdu yani… Sıska bir kadın da taşıyabilirdi sırtında o haliyle, hafif ama görkemli olurdu kofin yükü… Böyle taşınırdı meşelerden, yani koruklardan, yani karşıki ya da Mangana’daki, ya da Kondariso’daki, ya da daha uzaklarda Çarkırmağı’ndaki ormanlardan… Sonra ahırın bir köşesine doldurur, bastırırdık, çoluk çocuk tepinirdik üzerlerinde… Öyle sıkı sıkı yerleştirirdik yapraklarımızı bu mevsimde… İneklerin altına serilirdi kış boyu, ahpin olurdu, gübre olurdu, yaz başı tarlalara, bahçelere atılırdı… Böyle bir döngüydü işte…

O sabah ta esintiliydi hava, ılık, serin meltemler vurdu yüzümüze yüzümüze, okula böyle geldik atlaya zıplaya…

Gün boyunca şiddetlendi, dönüş yolunda, esti, tozdu, fırtınaya evrildi… Önden yürümüştü bir kısmı arkadaşlarımın, arkamızda da vardı birileri. Yeni vurulmuştu köye çıkan yolumuz, rüzgâr itip kakıyordu her birimizi, ufacık çocuklardık zira… Üstten fermuarlı, siyah bir çantam vardı, içinde itinayla istiflenmiş defterlerim, kaplanmış kitaplarım… Patika yoldan gidelim dedi biri, şose yolun kenarından tırmandık Çotoro’nun fındıklığı var sağlı sollu… Eski yola çıktık anlayacağın… Ani bir rüzgâr savurdu beni dallara tutundum, çantam fırladı elimden… Birkaç dakika sürdü bu hal, çantamı gördüm havada, sonra defterlerim, kitaplarım uçuştu… Çaresiz izledim yere konuşlarını ve indim ağlaya ağlaya, ırmağa kadar… Kimini yolda buldum, kimi suya düşmüş, kimi parçalanmış, kimi uzaklara uçmuş…

Çantama doldurdum bulduklarımı, öyle mahzun öyle perişan… Garip olanı, ağlıyordum ben, gülüyordu herkes…

Her sonbahar, her şiddetli rüzgâr çocukluğumun bu sıradan hikâyesiyle sirayet ediyor ruh halime… Sararmış, kızarmış yaprakları gördüğümde, hüzün çöküyor, hasret düşüyor yüreğime… Kuru dallar, çıplak ormanlar, kasvetli bulutlar, tez geçen, doyamadan tükenen ilk baharımı, ilkbaharımı sokuyor gözüme… Sitemle, pişmanlığıma nazireyle, kıymetine muttali olamadığım vaktin eskimişliğini vuruyor yüzüme…

Yeşildi, yemyeşildi ağaçta yaprak, yerde nebadat, az bir vakit önceydi, yakıyordu tepede güneş, boldu nimet… Kudretliydi tabiat, telaşeliydi yavrulu kuşlar, çiçek çiçek gezmedeydi arılar, üç gün ömürlü kelebekler… Güle müptela serçe nerede, göçüp gitti turnalar…

Pınarlar coşkun akıyordu, cıvıl cıvıl, şen şakrak ormanlar… Su yürüyor meyveye, yeşil yaprak enerji üretmede, can katıyor cana toprak, devridaim olmada tabiat, süte doymuş kuzular, havada oksijen.... Misss… Böyleydi dün, böyleydi dün gibi…

Heyhat, bana benziyor bu mevsim, döktü dökeceğini, aldı alacağını, solmada candan yana ne varsa…

Bana benziyor bu mevsim, ilkbaharı da, yazbaharı da tüketmiş ben sanki…

Bu mevsim de biter, başa döner bilirim, kurur her şey, ölür dünya, üstüne bir örtü gelir, soğuk mu soğuk, beyaz mı beyaz… Çekilir kabuğuna can, sessiz sedasız… Sonra yeniden başlar hayat, kaldığı yerden, eskisinden ziyade… Aynı coşku, aynı heyecan aynı newbahar…

Sonbahar hüzündür, sonbahar kederlidir, benim gibidir son bahar… Her son bir başlangıçtır aslında, sararan yaprak yeşile döner elbet, bazen geç gelir amma, gelir mutlaka bahar…

Bana benziyor sonbahar, günbegün tükenen ömrümün son demine…

Kim bilir bu sonbahar, son bahar mı?.... Kim bilir?....

YUSUF ŞEVKİ YÜCEL

27.10.2025 | [email protected]