Bugün, uzun bir caddede yürüdüm; zambakları, ortancaları olan bir caddeydi.
Caddenin sonunda deniz gözüküyordu. Yürüdüm ve deniz kenarına vardım. Oturdum bir tabureye, çay söyledim fincanda.
Denizi izlemeye başladım; durgundu, sanki hırçınlığını almışlar gibiydi. Gün, karşıdaki iki dağın arasından batıyordu.
Bakıyordum; ufuğu aradım epeyce bir süre, ama bulamadım.
Düşündüm. Düşündükçe ufuğun ortaya çıkacağını “düşündüm.”
Aklıma, düşünürken, geçen günlerde anneme ne kadar kızdığım; babamın düşüncelerini ne kadar garip bulduğum; kardeşime kurduğum cümleler geldi.
İçine düştüm tüm bu olanların.
Düşüncelerim, denizin kıyısındaki falezlere çarpar gibi zihnimde yankılandı; oradan da başkalarının yüklerine sürüklendim.
Arkadaşımın, ne kadar zorlukla hayatta kalmaya çalıştığı, nelerden fedakârlık yaptığı geldi aklıma.
Onun yerinde olmak istedim.
Borcum vardı; insanlara gülme borcum da vardı.
Kitap okumak istedim, tam bunlar olurken. Kitapta bir dizede şu sözleri okudum:
“Küsmek ve tartışmak için bahaneler aramak yerine, sevmek ve sevilmek için çareler arayın.”
Bu sözlerin üzerinde dururken, cümlenin gerçekliği ile yaşanmışlığı arasında kaldım.
Asla birbirini affedemeyen, affetmeyen; ne olursa olsun iki kelâm laf dinleyemeyen insanlar…
Olanları affetmek için, azıcık bile çabalamayanlar geldi aklıma.
Düşündükçe derinleştim, derinleştikçe günün battığını bile unutmuş olmalıyım.
Her yer karanlık olmuş.
Ufuğu gördüm sonunda; düşündükçe fark edeceğimi biliyordum ama…
Garipti. Beklediğim gibi değildi.
“Düşünen ufuğa varır, manzarayı beğeneceğini sanır;
ama gördüğü hiçbir zaman o uzun, güzel güneş ışığı değildir.
Gördüğü, aslında hep görmekten kaçtıklarıdır.”
Nisanur Acar