Henüz yeni başlamıştı liseli yılları.
Bin bir zorlukla kazandığı bu okulda saçına sakalına aklar düşmüş edebiyat öğretmeni ile dakikalarca masa tenisi maçları yapacağını hiç tahmin etmemişti, saçlarını başının arkasında ufak bir tokayla tutturmuş genç.
Etkileyici frizbi dersinde iken kendisini ve arkadaşını heyecanlandıran o soruyu duymuştu: “İçinizde masa tenisi oynayan var mı?”
Ertesi gün nazlı nazlı gönderdiği ışınlarla güneş, hayata merhaba derken ilk teneffüste cesaretini toplayarak:
“Hocam, maç yapalım mı?” deyiverdi elindeki raketi gösterirken. "Tabii, ben de alıp geleyim raketimi!”
Yıllardan beri kalem tutan ellerine uzun zamandır raketin sapı da eşlik etmişti.
Okulun ilk günlerinde ikinci kata çıkan karşılıklı merdivenlerin arasına kondurulmuş koyu yeşil zemindeki filenin üzerinde tokatlanmaktan serseme dönmüş ufak beyaz topu onlarca meraklı göz sağa sola kaydırdıkları gözbebekleri ile izliyordu.
Okulun zeminine döşenmiş parlak fayanslarla ayakkabılarının altı, anlaşamayan akrabalar gibi birbirini tutmuyorlardı.
Yaşlı denilmeyecek yaşlarını geride bırakmış olsa da ömrüne yarım asır sığdırmış edebiyat öğretmeni, öğrencisinin masa tenisindeki maharetini daha ilk vuruşlarında fark etmişti.
“Marifet, iltifata tabidir” prensibine uygun olarak sürekli genci övüyordu rakibini her zaman ciddiye alan edebiyatçı.
Günlerce sıra sıra oynadılar. Rakibin biri gitti, diğeri geldi ama edebiyatçıyı yenen olmadı. Zaman zaman diğer öğrencilerin de desteğini arkasında hisseden hocası:
“Beni değil, arkadaşınızı tutun!” diyordu. Masa tenisi maçlarını merakla izleyen sınıf arkadaşları, içlerinden hocanın yenilmesini istiyorlar ve bunu belli etmek için arkadaşlarının aldığı sayıyı yüksek sesle söylüyorlardı.
Lakin sonuç yine değişmiyordu.
"Beni tutmayın, onu tutun!" tavsiyesini, masa tenisi maçlarında bir psikolojik harp olduğunu şimdiye kadar hiç biri fark edememişti. Çünkü övgü dolu bu sözler, insanın dikkatini dağıttığı için gereksiz ve isabetsiz vuruşlar yapmasına sebep oluyordu.
Gün geldi liseli genç, çok nadir de olsa bir set aldığı hocasından yeni bir cümle daha duydu. Masanın sağından solundan geçerken bir iki dakika durup merakla izleyenlere: "Bu maç paralı!" diyordu. İlk duyduğunda bir anlam veremediği bu cümleyi zamanla kavrıyordu.
Demek ki artık hocası ile kaliteli maçlar yapıyordu. Sayılar, topun masada sektiği gibi bir kendisine bir hocasına gidiyordu. 11-9'a biten setler çok kaliteli maçlardı. Sadece sayılar ve toplar değildi masanın iki tarafında dolanan. Heyecanlar, ümitler de havada uçuşuyordu.
10 dakikalık teneffüslere 2-3 set sığdırabiliyorlardı. Bu setlerin bazısında hocası: “Artık tırnaklarımı gösterebilirim!" dediği servisleri kullanıyorken liseli genç kız da sürekli masanın dışarısına atıyor ve sayıları kaybediyordu. "Ne kadar çok ve değişik servis kullanıyor Hoca!" diye mırıldanmadan edemiyordu.
“Bu maç paralı!" diye tarif ettiği maçlardan bahsediyordu evine gittiğinde. Masa tenisinin devamlı hücum yaparak kazanacak bir müsabaka olduğunu da yeni yeni kavrıyordu liseli genç.
AHMET TAŞTAN