Vedat Baykay'ın Köşe Yazısı

Akşam Lucy isimli bir film izledim. Başrollerinde Scarlett Johansson (Lucy) ve Morgan Freeman (Profesör Samuel Norman)'ın oynadığı Lucy, Luc Besson'un yönettiği 2014 yapımı Fransız bilimkurgu filmi. 

Film, standart bir insanın beyninin yüzde 10’unu kullanabildiği sözde-teorisinden yola çıkarak, bu oranın artması durumunda elde edebileceği güçleri ve yapabileceklerinin sınırını sorguluyor. Filmde adeta tasavvuf ıstılahında çok kullanılan ve bilinen tayyi mekan, tayyi zaman mefhumu işlenmişti.

Tasavvufta bir velinin yaşadığı zamanın dışına çıkmasına tayy-i zaman, yaşadığı mekanın dışına çıkmasına tayy-i mekan, denir. Ladikli Ahmet Baba bu hali tecrübe eden velilerden biridir. Ayrıca Ladikli'nin hayatının anlatıldığı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Bu filmde bu hali beynin tamamını kullanabilmeye bağlamışlar.

Film evrim teorisi temelinden ödün vermeden beyaz perdeye uyarlanmış. Hollywood filmleri dahil bir çok sinema filmlerinin senaryoları sanki Allah yokmuş gibi yazılır. Toplum sosyolojisinden uzak, tamamen maddeci/materyalist bir itkiyle yazılır. Zaten inanmadıkları bir şeyi yazmak kendilerini inkar etmek olacağı için ben bunu tasvip etmesemde doğal karşılıyorum. Bizim bir çok filmimizde, dizilerimizde bile böyle değil mi?

Seküler film endüstrisinin Matrix, Avatar, Yıldızlar Arasında, Inception gibi filmlerde olduğu gibi bu filmde de metafizik boyutuyla çerçevesini çizdiği senaryoların mistik öğretilerden yardım almadan yapabilceklerini sanmıyorum. İnandıkları pozitivist bilim tanrısının inşa ettiği Hollywood'un böyle bir şeye ne inancı yeter ne de bilgisi.

Bunlar gayba ait bazı kırıntıları doğru yanlış filmlerine serpiştirivermişler ama veliler tam böyle olmasada buna benzer halleri Allah'ın izni ile bizzat yaşayarak tecrübe etmişler ve ediyorlar zaten.

26 sene askerlik yapan ve bir İstiklâl Savaşı gazisi olan Ladik'li Ahmet Ağa’nın savaş sırasında yaşadıklarını Mustafa Özdamar ve Osman Karabulut hazırladıkları kitaplarında onun ağzından şöyle anlatıyor:

Hacı Ahmet Ağa anlatıyor:

“Şimdiki Yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup olduğum birlik İngilizlerce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime düşerek şehit oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde, son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık Mevla’ma yönelmiş, O’na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki esas birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi kalmamıştı. Tam bu sıralarda nihayetsiz kerem sahibinin kudret ve vefa eli bize erişti.

Tam çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, güneşin vurduğu yerden bir beyaz atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.

Atlı bize yaklaştı ve bana. Esselamüaleyküm Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım diyerek ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım.

Kalkmaya mecalim yok dedim. Attan inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehit arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti. Susuzluktan yanıyordum.

Sana su vereyim mi? deyip, su dolu bir matara verdi. Susuzluktan yanan bağrıma, o vefa elinin verdiği hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu kana kana içtim.

Mübarek zat, ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.

Bana ne oldu ise Rahman’ın vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra oldu .Sonra beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargâha götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargâhın yakınına atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu zata, ‘Efendim sizi bir daha görecek miyim’ dedim.

Mübarek zat bana,  ‘Ahmet Ağa, eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu son görüşmemiz’ dedi ve ekledi, ‘Askerler gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin. Hadiseyi nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle’ dedi ve kayboldu.