Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinden birkaç bölüm bitirmiştim, ilmimi artırayım, az buçuk kültürleneyim, dinimi diyanetimi pekiştireyim diye kaydolduğum “İlahiyat Ön Lisans” programını da başarıyla tamamladım çok şükür…

Okul bitti de ben neler öğrendim, ne anladım bu eğitimden, nelere imrendim, nelere hayıflandım anlatayım, fikriyatımı paylaşayım sizinle…

Dört dönem Arapça başta olmak üzere iki yılda 24 ders gördüm. Derslerin çoğu temel bilgi, farkındalık oluşturma, ilgi çekme mahiyetindeydi tabi... Sıfır dini bilgisi olana anlatır gibi anlatmışlar doğrusu… İslam’ın inanç, ibadet, ahlak esasları, özenle anlatılmış, Tefsir, Hadis, İslam Hukuku üzerine asgari bilgiler verilmiş olmakla birlikte dünya dinlerinin tamamı tafsilatlı anlatılmış derslerin birinde... Sonra Mezhepler, sonra İslam felsefesi, sonra Din Psikolojisi ve Din Sosyolojisi kavram ve kronolojisiyle tafsilatlı anlatıldı bize… İslam Tarihi, İslam Medeniyet ve Kültürü, İslam Edebiyatı hakeza… Tabi ki dört dönem Arapça…

Ezcümle, itiraf edeyim çok sıkı çalışmadım, çalışamadım amma çok şeyler de öğrendim…

* Aöf Anadolu sisteminin harika kurgulandığını, üniversite mezunlarına sınavsız çok değişik alanlarda lisans ve ön lisans okuma imkânı verdiğini mesela... Mükemmel hazırlanmış kitapları ve "e-kampüs" üzerinden canlı ve kayıtlı ders anlatımlarının olduğunu… Öğrenmek isteyene çok güzel imkânlar sağlandığını aynı şekilde…

* Arapça müthiş bir dil, kadim bir kültürmüş… Anti-Arap kafanızı bir yana koyup baktığınızda, olağanüstü kurgulanmış bir lisan, matematiği, musikisi, edebiyatı grameri ve müthiş kelime dağarcığı ile evren ötesi bir iletişim dili olduğunu öğrendim…

Kur’an’ın neden Arapça indirildiğini daha iyi anladım bu vesileyle…

* Ebu Hanife, Maturidi, Farabi, Gazali, İbni Sina, İbni Haldun, Kindi, İbni Arabi … yi tanıdıkça, mutasavvıf ve müteyyin, zahid bir din âliminin aynı zamanda bir filozof, tıpçı, fizikçi, astronom, kimyacı, sosyolog, psikolog vs. olduğunu gördüm ben... Günümüz İlahiyat profesörlerinin sadece kendi alanında, yani fıkıh, kelam, tefsir gibi alanlarda, genellikle de geçmişe reddiye yapmaya programlı uzmanlıklarının olduğunu, kesinlikle beşeri ilimlerden bi haber olduklarını müşahede ettim bu vesileyle...
Ayrıca ilmin gerçekten evrende depolandığını, o frekans eşiğindeki allameye gece gündüz aktığını tefekkür ettim, aksi halde 57 yaşında vefat eden İbni Sina, bunca farklı alanda o kadar kitabı, kısıtlı imkânlarıyla bunca kısa sürede yazmış olamazdı…

* Gerçek İslam’ın, yönetimi ve yaşantısıyla fıtrata uygun felsefe olduğunu, bireyi ve toplumu, topyekün terbiye, sevk ve idare ve huzur içinde yaşatma imkanı, adalet ve hukuk sistemi ile, sosyo ekonomik yönetim sistemi ile insanoğlunun kendi ürettiği tüm “izm”lerin fevkinde olduğunu; demokrasi, teokrasi, liberalizm, kapitalizm vs arayışlarının beyhude olduğunu, dünyada ve kainatta aranan saadetin kur’an üzere yaşamak ve yönetilmekte bulunduğunu tekraren keşfettim…

* İlahi dinler başta olmak üzere, Allah inancı içeren her türlü din ve inanışın, insan fıtratında ve genetiğinde olan “inanma” ihtiyacının gereği olduğunu bir kez daha idrak ettim...

Tahrif olmamış bütün dinler iyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyor. Buna rağmen insanoğlu dünyayı kendine ve herkese zindan etmeye devam ediyor... Korkarım bu yaman çelişki, kuruluştan kıyamete devam edecek maalesef…

* 1300 lü yıllarda yaşamış İbni Haldun, “İlm-i Ümran”ın yani sosyolojinin kurucusu kabul edilen mütefekkir…

İlginç buldum, yorumsuz paylaşmak istedim. Kitab-ül İber in Mukaddimesinde, Tavırlar nazariyesi başlığında şöyle anlatıyor devlet, insan, toplum münasebetlerini:

“ Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Beş aşamadan geçer devlet ve ömrü böyle tamamlanır her devletin…

Birinci aşama fetih ve kuruluş aşamasıdır. Yerleşik bir yönetimin elinden askerî güç ile iktidar alınır. Asabiyye (aidiyet) bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir kraldan çok bir şef olduğu dönemdir bu…

İkinci aşamada hükümdar, iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye eder, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturur. Bilginlerden oluşan danışmanlar bulur kendine…

Üçüncü aşama ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırır ve tebaasının vergilerini azaltır, devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır, güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi olur...

Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmiştir bile...

Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi imkânsız hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve saltanatını, desteğini aldığı ordu ve bürokrasinin üzerinden sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları, ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devletin gelirleri azalır. Yönetilenlerin devlete güveni azalır ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Devlet böylece çöker… Sonunda dışarıdan gelen, asabiyyesi güçlü, genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar. Bu durumdan kurtuluş neredeyse imkânsızdır” diyor İbni Haldun...

Din, devleti bir arada tutan en güçlü asabiyedir, milli ve manevi değerler, vatan, millet, bayrak sevgisi ayrıca…

Velhasıl İslam mevcut bakiyesinden memnun değil, korkarım uygun bakiye devşirecektir…
Din, vatan, bayrak, asabiyesi yok denecek seviyeye inmiş görüyorsunuz...

Ne mevcut hal, ne gelecek nesil, ne de din asabiyesini yeniden tesis edebilecek ilahiyat ve Diyanet camiası, ümit ve umut vermiyor….