Varlıklar âleminde yokluklar içindeyiz sanki. Zahiren bedenlerimiz var ama hakikatte öyle mi? Görünüşte tastamam haldeyiz, kusursuz, eksiksiz de gerçekten öyle mi? Azalarımız işliyor, çalışıyor, bakıyoruz fakat görüyor muyuz? Aklımız da bir sakatlık yok ancak fikrimiz, idrakimiz öyle mi? Bir parmağımıza bakıyor teknoloji denilen, bilgiye ulaşmak dediğin çocuk oyuncağından farksız, hayallerimizin de ötesinde hayatlar yaşıyoruz insanlık olarak, peki hakikaten öyle mi? Çok hızlıyız her açıdan çabuk seviyor, çabuk öfkeleniyor, çabuk harcıyor, çabuk tüketiyoruz her şeyi. Anında olmasını istiyoruz her şeyin, sabırdan, çabadan, gayretten, emekten uzağız artık… Hız ve haz arasında geçiyor dünya hayatımız, değerden, duygudan, anlamdan, ahlaktan uzağız. Fani hayatlarımızı heves, arzu, hırs, benlik, özenti, gösteriş kaplamış, sadelikten, kanaatten, sabırla yoğrulup beklemekten, şükretmekten uzağız. En yakınımızda olanın acısını anlamıyoruz, bebekleri, insanları hunharca katledilen dünyanın içindeyiz ve seyirciyiz maalesef, insanlıktan uzağız… En acısı da kendimizden, bizi var eden Kâinatın Sahibinden ve bizi bizden çok düşünen Rahmet Elçisinden uzağız!

Ahir zamanın kimsesizleri olmuşuz, her tarafımız insan dolu ama kabalık da yalnızız. Nimetler sarmış her yanımızı, maddi olarak çokluklar içindeyiz ama manevi olarak bir hiçin kıyısındayız. Halimizden bihaber olunca biz, bir karmaşa içine dalmışız çıkamıyoruz. Ateşin etrafındaki pervaneler misaliyiz. Hem ateşe sevdalanmışız hem de yanmaktan korkuyoruz. Etrafında dört dolanıyor ama ne yapacağımızı bilmiyoruz. Aslında modern çağın” o her şeyi bildiğini sanan” tavrı sarmış dünyamızı ama gerçekte bilmediğimizden bile habersiz yaşıyoruz. Böyle olunca da bedenlerimizi doyursak da kalplerimizi ve ruhumuzu açlığa mahkûm ediyoruz. Ha bir de bu yetmezmiş gibi hakikati aramak yerine sanal âlemlerde mutluluğu yakalamanın hayaline koşuyoruz. İnsan dediğin kâinatın numunesi iken kendinden habersizse hayvandan daha aşağı konuma itiyor kendini. Gaflet, kendini bilmemek dehlizine girdiyse insanoğlu doğru halata tutunmadığı sürece çıkamıyor bataklığından…

“ Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın…” (Al-i İmran Suresi 103) ) Ayeti gereğini anlasa insan, işte o vakit değişecek her şey… Kendine doğru çıktığı yolculuk aramaktan geçer elbet, arasa hakikati bulacak ve huzura erecek. Cahiliye karanlığını nura çeviren Rahmet Elçisi, çağlar öncesinden tüm zamanları kucaklayıp haykırıyor insanlığa: “ Benim ve sizin durumunuz, yaktığı ateşe üşüşen böceklerle pervanelere engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kaçıp ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” Halimizi ne kadar da güzel özetliyor. En Sevgili, insanlığa kurtuluş reçetesini sunarak şifa oluyor. Ancak hasta olan bizler iyileşme adına ne yapıyoruz? Farkında mıyız, gönlümüzün, ruhumuzun amansız bir derdin pençesinde olduğunun? Derdimizin dermanı, Rahmet Elçisi’nin ilahi mesajlarında saklı aslında. Şifa bulmak isteyene şifa üflenirken, arayana buldurulur her zaman…

Ahir zamanın aciz ama acziyetinden bihaber kulları olan bizler, her zamankinden fazla muhtacız rahmet yağmurlarında ıslanmaya, Muhabbet Elçisi’nin sevgi dolu bakışlarına, insanı kendine getiren hakikat dolu sözlerini dinlemeye, haliyle hemhal olmaya, kendimizi keşfedip hayat bulmaya. Derdimizi anlatıp dermanımızı öğrenmeye, hakikate açlığımızı dindirmeye, inleyen ruhumuzu teskin etmeye, gönlümüzü huzura erdirmeye. İnsanlıktan çıkan hallerimizi düzeltmeye, zalimin zulmüne karşı çıkmaya, hakkı ayakta tutup kaldırmaya, mazluma destek olmaya, düşeni kaldırmaya, inananlar olarak birlik olmaya, bölünüp parçalanmamaya muhtacız…

Sözün özü; “ Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,

Dokunduğun küçük bir kumaş da ben olsaydım,

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,

Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım…”

( Nurullah GENÇ)

Sevda ÇEVİK