Bir sonbahar haftasonuydu. Sabah erkenden kalkıp, ailecek yapımına yeni başladığımız ormandaki kendimize ait, dededen miras kalan arazimizde ki kulübemize doğru yola koyulduk.

Güneş pırıl pırıl parıldıyor, masmavi gökyüzünden adeta gülümsüyordu bize. Bir saatlik bir araba yolculuğundan sonra nihayet inşa etmeye başladığımız kulübemizin bulunduğu orman yoluna girmiştik. 



On dakikalık, sağlı sollu üzerinde gittiğimiz toprak yola bakan gürgen, kestane, çam ve meşe ağaçlarıyla bezenmiş bir seyirden sonra kulübeye vardık. Kestane ağacından orta incelikte kestiğimiz tomrukları üst üste dizerek kütük evimizin yapımına başlayalı henüz iki gün olmuştu. Bir taraftan ben ve oğlum aynı boy ve kalınlıkta tomrukları hazırlarken bir taraftan da sabah kahvaltısı için getirdiğimiz zeytin, peynir, reçel gibi kahvaltılıkları kulübe için yaptığımız ahşap masaya diziyordu karım ve güzel yardımcısı minik kızım. 



Önce mükellef bir kahvaltı yapacak, sonra yeni ve şirin kulübemizin yapımına devam edecektik. İşe koyulduk. Saat öğlen arasını geçiyordu ki “bırakın işi gücü öğlen namazı geçmeden cemaat yapalım” dedim. 



Birlikte öğlen namazını eda ettik. Ben imam, oğlum müezzin, kızım ve karımda hemen iki adım arkamızda durarak küçük bir cemaat olmuştuk. İkindiye doğru kulübemizi tamamlamış hemen önünde projelendirmiş olduğumuz verandanın yapımına başlamıştık. 

Amacımız hava kararmadan verandayı da bitirip artık dinlenmekti. Lakin işler hiçte planlandığı gibi gitmedi. Birden hava karardı, kara bulutlar gökyüzünü hızlıca sarmıştı. 



Önceleri hafiften esen lodos birden bire buz gibi poyraza dönmüş, şiddetini arttırmış ve etrafımızdaki gürgen ve çam ağaçlarını adeta yere değecek kadar sallamaya başlamıştı. Korkunç bir uğultuyla esiyordu rüzgar. Anlamıştık fena bir yağmur geliyordu.  

Aniden bastıran yağmurda fazla ıslanmamak için etrafa saçılmış testere, keser, çivi gibi alet ve edevatımızı toplayıp hemen başımızı yeni yaptığımız kulübeye nihayet sokabilmeyi başardık. 



Neyseki kulübemizin veranda bölümü hariç her tarafını kapatmış, pencerelerini, kapısını sağlamca yapmış, çatısını örtmüştük. Yağmur ne kadar yağarsa yağsın, rüzgar ne kadar eserse essin içimiz rahattı. Bu kulübe bizim için güzel bir sığınak haline de gelmişti. Ayrıca soğukta etkilemiyordu bizi. Çünkü az önce tutuşturduğumuz maşinga sobamız gürül gürül yanıyordu. İçeriyi ısıtmaya bile başlamıştı. 

Tatlı bir sıcak, yorgunluğunda verdiği bir hal ile hepimizde rehavet etkisi yaratmış uyuklamaya başlamıştık. Huzur dolu bir ortamdı. Dışarıda sert esen rüzgarın uğultusu, camımıza vuran yağmurun sesi, soğuğun ve çakan şimşeklerin ortasında sıcacık bir kulübede ailecek bir haftasonu geçiriyorduk. Biz bizeydik, mutlu ve huzurluyduk. Taki birden bire dışarıdan sert vurulan kapı sesiyle irkilene dek. Bir ses bağırıyor “kalkın! defolun gidin buradan” diye kapıyı tekmeliyordu. 



Hepimiz kapıya yoğunlaşmıştık ki çatı tarafından da keser ve balta sesleri duymaya başladık. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bir taraftanda endişe ile birbirimize sokulmuştuk. 



- Ne istiyorsunuz bizden? Siz de kimsiniz? 


- Defolun gidin buradan. burası bizim yerimiz. Bizim topraklarımız. 


- Ne diyorsunuz siz? Atadan deden kaç nesildir burası bize ait, siz kim oluyorsunuz da böyle bir şey iddia ediyorsunuz?


- Çok konuşma! Pılını pırtını topla ve defol git.



Dışarıdaki bet sesli herif hem bağırıyor hem de kapıya vuruyordu. Güm güm güm ! 



- Çıkın dedim size. Öldüreceğim sizi.



Koskoca dünyada küçücük kulübemizi bize çok görmüşlerdi.



Dışarıdaki ses hem bağırıyor hem de tekme ve  baltayla kapıya sertçe vuruyordu. Kapıya vurdukça içeriden çatlamaya başladı, baltanın ucunu görmüştük. Çocuklar ağlamaya, karım iyice korkmaya başladı. Ben de bir taraftan koruma refleksi ile silahıma davranmış ailemi ve kendimi korumak için kulübenin köşesine doğru çekilmeye başlamıştık. Birbirimize sokulduk. Çocuklar korkudan tir tir titriyordu. Yukarıdan tek tek çatıyı söken bir kaç kişinin sesi de geliyordu. Onlarda küfrediyor, hakaret ediyor ve bizi tahkir ediyorlardı. Bir taraftan kapımız kırılırken bir taraftan çatımız sökülüyordu. 

Karabulutlar o kadar yoğunlaşmıştı ki karanlık bir taraftan her yeri sarmış dışarıdan söven ve bağıran hayvansı yaratıkların huzur bozan seslerine karışan rüzgarın uğultusuyla da bir kaç dakika öncesine kadar huzur dolu kulübemiz adeta korku filmi platosuna dönmüştü.

Vurdukça vuruyorlar, kırdıkça kırıyorlardı. Sonunda kapıyı kıran iri cüsseli çirkin bir adam bize küfürler savurarak hemen burayı terk etmemizi, aksi halde bizi öldüreceğini söylüyordu. 



- Neden peki? Biz size ne yaptık? Neden bizi yerimizden, kendi topraklarımızdan kovuyorsunuz? 


O sırada sökülen çatıdan atlayan iki kişi daha ellerinde silah, balta ve satırlarla etrafımızı sarmışlardı.


Sorduğum soruya arkadan yaklaşan pis bıyıklı, fötr şapkalı, şam şeytanı suratlı adam cevap verdi.



- Çünkü burası bize tanrı tarafından vaat edildi. Ve siz de buradan defolup gideceksiniz. Malınız, mülkünüz, kulübeniz aslen bizimdir. Arabanın anahtarlarını da bırakın ve gidin. Yoksa sizi öldürürüz.

“Ne saçmalıyor bu deli?” Dedim kendi kendime. “Ne vaadi, ne toprağı? Burası yüzyıllardır bizim ve atalarımızın toprağı. Biz yıllardır burada ekip biçtik, burada yedik içtik. Şimdi hiç tanımadığım çirkin yaratıklar bizi yurdumuzdan, ata toprağımızdan etmeye çalışıyorlar. Nasıl ama nasıl? Kim bunlar? Bu ülkede jandarma yok mu? Polis yok mu? Kanun, nizam, hukuk, adalet yok mu? Bize yardım edecek bir insan evladı yok mu?” Diye düşünürken birden askeri araçların dışarıdan gelen sesini duymuş ve içimiz az da olsa ferahlamıştı. Ama aynı derecede bir tedirginliğin binde birini bu çirkin heriflerin yüzünde görmüyorduk.

Asker kapımıza kadar gelmişti. Tüm olan biteni anlatmaya başlamıştım ki komutanın, 



- Kes sesini be ! Siz kim oluyorsunuz da bu seçilmiş kişilerin topraklarına yerleşiyorsunuz? diyerek sert bir ses tonuyla beni azarlamış ve şaşkınlık içinde bırakmıştı. “Neler oluyordu burada, kimdi bunlar, ne cüret bu böyle?” Diye düşünürken etrafımızı silahlı askerler sarmış bize karşı düşmanca tavırla bağırıyor, hakaret ediyor sövüyorlardı. O sırada birden ellerinde balta, satır ve silahları olan mağara kaçkını herifler “demek direneceksiniz ha!” diye bağırarak üzerimize çullandılar. Bense ailemi ve kendimi korumak adına silahıma davranmış bir kaç kişiyi de yaralamıştım. Bu sefer komutan “siz nasıl bu insanlara ateş edersiniz?” diyerek dışarıdan takviye güç çağırmış zalim adamlara yardım ederek iyice şiddet ve baskının dozunu artırmışlardı. Rastgele savurdukları balta ve satırlar ile kolumuz bacağımızı doğrayan bu katillerin arasında kalmıştık. Kimi satırı bir bacağıma indirirken diğeri çocuklarıma saldırıyor, başkası karıma hücum ediyordu. Ne umutlarla yapımına başlamış olduğumuz o şirin kulübe bir kaç dakika içinde kan revan içinde kalmıştı. Hepimiz inliyor, bağırıyor, aman diliyorduk ama bize yardıma gelen kimse yoktu. Aman diliyor, aman diledikçe daha çok hakaret küfür ve saldırıya maruz kalıyorduk. Hepimiz ağır yaralanmıştık. 



O sırada medyada yanı başımızda bitmişti. Kamera ve fotoğraf makinelerini bize çevirmiş mikrofonları ise mağara kaçkını çirkin heriflere çevirmişlerdi. Mikrofon uzatılan adam bizi işaret ederek şunları söylüyordu:



- Bu adamlar bizim topraklarımıza, bizim kulübemize gelerek bize saldırdılar. Bakın parmağımı sıyıran mermiyi görüyor musun? Nasıl da acıyor.

Oysa baştan aşağı yalan ve hezeyan dolu cümlelerle bizi itham ediyordu alçak adam!



- Mikrofonu tutan sarışın, mini etekli, uzun tırnaklı, kokoş giyimli muhabir kadın da “çok üzücü, ne kadar yazık olmuş size, dünyada ne cani teröristler varmış. Size nasıl kıyabildiler. Oysa siz ışığın insanlarısınız. Tanrı sizi seçmiş ve buraları size vaat etmişken bu insan bile olamayan, sizin ancak köleniz olabilecek teröristler gelip nasıl sizin elinizden bunları almaya kalkarlar, nasıl size silah sıkarlar, bu ne aymazlıktır?”

Ben can çekişiyor son nefesimi vermek üzereyken bir de böyle ithamlara kalmak çok ağır geliyordu. Çocuklarım ve karım çoktan son nefesini vermişlerdi. Bense acıdan inliyor ve bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyordum.

Dedim ki “Ey insanlık öldün mü? Yok mu bize sahip çıkacak bir kaç kişi, yok mu mazlumların hamisi olacak bir kaç kişi, yok mu zalime haddini bildirecek bir kaç kişi? Yok mu bu çocuk katili hırsızlardan öcümüzü alacak bir kaç kişi, yok mu?

Sonra bu soruya kendi kendime cevap verdim.

“Evet var! El-Muntekim olan Allah sizi de tanrılarınızı da yerin dibine geçirmeye muktedirdir.

Kafirlere vaat edilmiş tek şey var o da Cehennem'dir...

Ve göreceksiniz. Nasıl bir devrimle devrileceğinizi göreceksiniz…”



Ya Allah, ya Kahhar ya Muntakim…!