Nurettin Yıldız'ın köşe yazısı

Elhamdülillah Müslümanız. Müslümanlığımızı Rabbimizin üzerimizdeki en büyük nimeti olarak görüyoruz. Müslüman olarak yaşamanın gerektirdiği ne varsa onu yapmaya çalışıyoruz.

Gözden kaçmaması gereken bir nokta üzerinde durulması gerekiyor. O nokta şudur: Biz insan olduğumuz için Müslümanız. İnsan olmasaydık Müslüman olmamız bizden istenmeyecekti. Örnek olarak görebiliriz ki melekler için onca azametli varlıklarına ve Allah katındaki değerlerine rağmen ‘Müslüman’ ifadesi kullanılmıyor. Melekler için böyle bir unvan yoktur, Müslüman olmanın aksi bir adlandırma da yoktur onlar için. İnsanlar ve cinler Allah’a iman etmekle yükümlü tutulmuşlardır. Melekler veya diğer mahlukat için böyle bir tasnif yoktur. İnsan ya Müslüman olur ya da gayr-ı Müslim.

Dinimizin bizden pratiğe geçirmemizi istediği bütün emirleri insanî niteliktedir. İnsanın kapasitesi ve takati ile sınırlı tutulmuş emirler/yasaklar söz konusudur. İnsan da maddî yapısı ve manevî ağırlığı ile kendisini yaratana teslim olur. En yakın örnek olarak namaz ibadetini aldığımızda onu meleğe göre değil etten ve kemikten yaratılmış insana göre emredilmiş görüyoruz. Melekler de secde ve rükû yaparlar ama bizim rükûmuz bizim yapımıza göredir. Yaratıldığından beri belki de milyonlarca senedir sürekli rükû ve secde yapan melek varken bizden üç beş kere tesbih yapacak kadar bir rükû ve secde istenmektedir. İnsanız, bize emredilen de insanlığımızla bağlantılı olarak emredilmiştir.

İslam dinini yaşayan ve adı Müslüman olan her mükellefin önce insan olması şarttır. Hiç tereddüt etmeden şunu söyleriz: İnsan olduğumuz için Müslümanız. Elhamdülillah. İnsanlığımız eksildikçe biz hissetsek de etmesek de Müslümanlığımız eksilmektedir. İnsanlık adeta bir alt zemin gibi durmaktadır. O zemin kaydıkça üstündeki dinî hayat da zeminini kaybettiği için kayıp gitmekte veya boşlukta kalmaktadır. Bu büyük gerçeği net bir şekilde izah etmesi için dinimizin önümüze koyduğu kul hakkı ilkesini ele alabiliriz. Müslümanlar olarak kıldığımız namazlardan tuttuğumuz oruçlara, okuduğumuz Kur’an’a kadar sevap biriktirmek maksadı ile yaptığımız bütün iyi işler neticede bir kul hakkı hesaplaşması ile karşılaştığında sonucun ne olacağını biliyoruz; kul hakkından arınabilmek için ibadet diye yaptıklarımızı vereceğiz. Kul hakkı bir insanî ilişki sorunudur. Bir başka insan ile insan olarak kesiştiğimiz yerde ortaya çıkan soruna kul hakkı deniyor. İnsana zarar veren insanın sorunu demektir kul hakkı. İbadet dediğimiz şey ise mü’min insanın Allah için yaptığıdır. Allah için yapılmış bir iş, ortada sorun olarak bekleyen kul hakkına feda edilmekte ya da bir bedel olarak verilmektedir. Dağlar gibi biriktirilmiş sevaplar bile, basit zannedilen bir iki cümlelik ya da kuruşluk kul hakkına feda edilebilmektedir.

Namaz ile bir insanın üç beş kuruşu nasıl karşılaştırılabilir diye merak edebiliriz. Ahiret kuralı böyle işleyecek; insanlık üzerinden işlenen hatalar ibadet üzerinden karşılanacaktır o gün. Elbette Allah için kılınan bir namazın veya herhangi bir ibadetin karşılaştırılabileceği bir değer olamaz ama neticede insanlık üzerinde ortaya çıkan hatalar-arızalar bir kenara itilmiyor. Dinimizin bize gösterdiği dindarlık yapısı böyledir. İnsanız ve insan olduğumuz için Müslüman olmaya aday bulunduk.

İnsanlık merhamet, sabır, nezaket, yumuşaklık, saygı, şecaat, hakka riayet, göreve sadakat gibi değerler ise bunların bizdeki karşılığı kesinlikle ahirette sorgulanacağımız bir anlayış olacaktır. Bunların eksikliği ahiretimiz için bir kayıptır.

Müslüman olarak evde, işte, sosyal alanda insanlığımızın üzerinde duran bir Müslümanlık yaşayacağız. Eskittiğimiz insanlığımızın üzerine kurulu Müslümanlık bizi tatmin ediyor olabilir ama bizden beklenen olamaz. İnsan olduğumuz için Müslümanız. Bunun esnetilebilecek tarafı da yoktur