HAK DOSTLARINDAN HİKMETLER–2
Bugün âdeta bir yangın yerini andıran İslâm coğrafyasındaki din kardeşlerimizin, bilhassa senelerdir bir “açık hava hapishânesi”nde tutulan, son dokuz aydır da benzeri görülmemiş bir vahşet ve cinnetle katliâma mâruz bırakılan Gazzeli müʼminlerin dertleri ile ne kadar dertlenebiliyoruz?
Onların; ölüm, yaralanma, tehcir, tehdit, salgın hastalık, açlık, susuzluk ve her türlü mahrûmiyetle sınandığı bu günlerde, bizler ne kadar duygu derinliği içindeyiz? Onların derdi ne kadar uykularımızı kaçırıyor? Onların fiilen yanlarında olamadığımız ve zor zamanlarında yardımlarına koşamadığımız için, Rabbimiz’den ne kadar af diliyoruz?..
Yoksa kardeşlerimizin yaşadığı acılar, bizim için akşam duyulup sabah unutulan gündelik haberler hâline mi geldi? -Allah korusun- böyle bir duygusuzluk, değil müslümanlığımızı, insanlığımızı bile sorgulatacak derecede büyük bir gaflettir!..
Zira Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, Rasûlʼünün yanındaki müʼminlerin vasıflarını beyân ederken;
“…İnkârcılara karşı çetin (tâvizsiz), birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Yani müʼminlere karşı merhametli olmak, müʼminin aslî tabiatı olmalıdır.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de, din kardeşlerimize karşı sahip olmamız gereken kalbî hassasiyeti şöyle bildiriyor:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, merhamet etmekte ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
Komşusunun evinde yangın çıktığını gören birinin, kendi evinde rahat rahat çayını içmeye devam etmesi, nasıl büyük bir duygusuzluksa, din kardeşleri ezâ ve cefâ girdabında boğulan bir müʼminin gülüp eğlenmesi de büyük bir merhametsizliktir. Hiçbir müʼminin vicdânı, din kardeşleri muzdaripken müsterih olamaz. Zira diğergâmlık ve merhamet, mü’minin alâmet-i fârikasıdır.
Müʼmin, dâimâ vicdanının sesini dinleyip kendini mazlum din kardeşlerinin yerine koymalı:
“Ben Gazzeʼde olabilirdim, Gaz-ze-li kardeşlerim de benim yerimde olabilirlerdi. Şayet öyle olsaydı, din kardeşlerimden nasıl muâmele görmek isterdim? Demek ki ben de bugün onlara, aynı şefkat ve merhameti göstermeliyim.” diye düşünmelidir.
Unutmayalım ki, İslâm kardeşliği, sevinçleri paylaşmak kadar, kederleri paylaşmaya da gönüllü olmayı gerektirir. Gerçek kardeşlik ve dostluk, sadece rahat zamanların çay kahve muhabbeti değil, kara gün dostluğudur.
Bu hususta hâlimizi ciddiyetle gözden geçirip kendimize çeki düzen vermeli, hatâ, kusur ve noksanlıklarımızı bir an evvel telâfiye yönelmeliyiz. Ki yarın huzûr-i ilâhîde mazlum din kardeşlerimiz; niçin yardımlarına koşmadığımızı, kendileri kan ağlarken nasıl rahat rahat gündelik hayatımıza devam edebildiğimizi sorduklarında mahcup olmayalım.
Halife Hazret-i Ömer (r.a) ümmetin dertlerine bîgâne kalmaktan duyduğu derin endişe sebebiyle, insanların uykuya daldığı gece vakitlerinde mâtemlerin civârında dolaşır, muhtaç veya muzdarip bir müʼminle karşılaşınca, onun derdine derman olabilmek için bizzat sırtında un çuvalı taşır, fakir-fukarânın ocağını yakar, yemeğini pişirirdi. (DEVAM EDECEK İNŞALLAH!)
HAK DOSTLARINDAN HİKMETLER–3
Yine Hazret-i Ali (r.a)’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri, Medîne fukarâsının kapılarına sırtında taşıdığı erzak çuvallarını gizlice bırakır, kimse bu hayrı kimin yaptığını bilmezdi. Bir sabah kapılarında erzak çuvalını göremeyen Medîne fukarâsı, bu mübârek zâtın vefât ettiğini anlamışlardı.
Nitekim Zeynelâbidîn Hazretle-riʼnin cenazesi yıkanırken, sırtında içi su toplamış büyükçe yaralar görülmüştü. Sebebi sorulduğunda, Ehl-i Beyt’ten orada bulunup bu sırra vâkıf olan biri şöyle dedi:
“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördüğünüz yaralar, işte o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.” (Bkz. İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 112, 122)
Dört büyük halifeden sonra beşinci halife sayılan Ömer bin Abdülazizʼin iki buçuk sene süren hilâfet devri de, asr-ı saâdetten sonra mânevî terakkînin topluma yansıdığı en zirve dönemdi.
Ümmetin derdini kendi derdi bilen halifenin ihlâsı, topluma da aksetmişti. Herkes zekâtlarını fazla fazla vererek, infak ve hayrat yarışına girdi. Kur’ânʼa ehemmiyet gösterildi. Hak ve hukuk tevzî edildi. İbadet ve tâatlere rağbet arttı. Her yeri İslâm ahlâkının huzur, sükûnet ve rûhâniyeti kapladı. Öyle bir rahmet ve bereket oldu ki, dağdaki kurtlar, koyun sürülerine saldırmaz olmuştu. Fakat bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. Bunu görenler;
“–Şu âdil halîfe herhâlde ölmüş olmalı!” dediler. Sabah olunca da hakîkaten Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendiler.
İşte Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in izinden giderek ümmetin derdiyle böylesine dertlenen müʼminlerin bulunduğu toplumlarda ilâhî rahmet tecellî etti.
Bizler de bu rahmete nâil olabilmek için, Cenâb-ı Hakkʼın biz kullarına “üsve-i hasene” yani en mükemmel örnek şahsiyet olarak ihsan buyurduğu Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin ne kadar izinden gidebildiğimizi, ciddiyetle tefekkür edelim.
Zira Efendimiz (s.a.v);
‒Allâhʼa karşı haşyet,
‒Mahlûkâta karşı merhamet,
‒Nefsine karşı da zühd hâlinde yaşamıştı.
Havf ve recâ arasında, yani Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalma korkusuyla Oʼnun rahmet ve rızâsına nâil olma ümidi arasında, rakik bir gönülle kullukta bulunmuştu. Bu gönül kıvamıyla da ümmetine örnek olmuştu.
Yine Efendimiz (s.a.v), ümmetine karşı “raûf ve rahîm” idi. Yani bir anne-babanın evlâdına olan düşkünlüğünden çok daha büyük bir şefkat ve merhamet sahibiydi. Her dâim, Hâlıkʼın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış düstûrunu tâlim ve telkin ediyordu. Ümmetinin sevinciyle seviniyor, ıztırâbıyla muzdarip oluyordu. Ümmetini aç ve sefil hâlde görünce hüznünden mübârek sîmâsının rengi değişiyor, açları doyurmadan kendini doyurmayı düşünmüyor, muhtaçların gönlüne huzur vermekle huzura kavuşuyordu.
OSMAN NURİ TOPBAŞ