Babası ölünce insan çabuk büyürmüş derler. Niçin böyle söylerler, bilmiyorum. Lakin hayatın sıkıntılarını artık daha derinden hissettiğinden midir yoksa her an akıl danıştığı, fikrini sorduğu, kıymetli gölgesinin üzerinden eksikliğinden midir?
50 yaşını aşmış arkadaşlar olarak yavaş yavaş babalarımızın toprağa vermeye başlayalı çok oldu. Elimiz ekmek tutmaz iken, ev bark sahibi değilken ve henüz çoluk çocuk sahibi olmamışken babamızı toprağa koymak, yani yetim kalmak insana daha bir ağır gelir. Torunlarını seven bir babadan da mahrum kalmak insan için yine de kolay değildir.
Bizler liseli yıllarda birbirine tutunarak Müslümanca yetişmek için sohbetler yapan, ciddiyetle okumaya gayet eden avuç genç idik. Birbirimizin evlerine gider, annelerimizin yapmış olduğu leziz pasta böreklerle çay eşliğinde sohbetler yapardık. Vakıflarımız ve derneklerimiz yoktu ya da bize uzaktı. O zamanki çocuklar olarak annelerimiz bizi bilir ve onlar tarafından çok sevilirdik. Babalarımız tarafından takdir görürdük iyi işler yaptığımızı bildikleri için. Onlarla zaman zaman da beraber oturur, muhabbet derdik.
Faruk Öndağ abimiz bizden bir sene önceydi İmam Hatipte, kardeşi Süleyman ise bir kaç sınıf aşağıda okurdu. Kız kardeşi Fatıma ise yıllar sonra Kız İmam Hatip Lisesinde ilk talebelerimden biri oldu.
Faruk Abinin babası Ali amca ile tanışmıştık. Onu bir tasavvuf erbabı olarak bildik. Sanayi camiinin yakınında küçük bir dükkanda koltuk kılıfı dikerdi.
Oturup nasihatlerini dinlediğimizi hatırlıyorum. Bizleri de evladı gibi severdi. İnsanın gönlüne rahatlık veren, akılda kalacak bir ses tonuyla yaptığı konuşmalar hayal meyal zihninde yer etmiş. Sonu dua ile biten cümleler gönlümüze damlarken “amin”ler dudaklarımızdan dökülürdü. Bir büyük amcayla muhabbet etmenin lezzetini yaşatırdı bizlere.
Faruk Abinin evine giderdik sohbet yapmaya, sohbet dinlemeye. Suyolu caminin karşı aralığında Armut Apartmanı ikinci katta idi.
O zamanlar hepimiz bilirdik birbirimizin evini, evinin içindekilerini... Dedim ya vakıflar, dernekler yoktu o zaman yeterince. Ve biz evlerde muhabbet etmeyi her şeyden daha çok severdik ve bu güven verirdi ailemize.
Filistin’de Gazze’de nice çocuk, dünya hayatını yaşamadan şehit olurken niceleri babasız kaldı. Babalarının naaşı başında ağlayan çocukları gördükçe içim parçalanırdı. Bir de Efendimiz (sav) gibi babasız dünyaya gelmiş olanları düşünün. Onlar daha bir yetim baba kokusu duymamış baba kelimesinin muhatabını hiç hissetmemişler. Ne çok hamd edecek haller yaşadık.
Bu bir avuç liseli genç bir araya gelip hem kendilerimizi yetiştirmek hem de arkadaşlarımıza öncülük etmek üzere koşuşturuyorduk. Üzerimizde birçok hocanın emeği var tabii. Hele hele anmadan geçemem, Hikmet Şahin hocamız... Bizi derledi, toparladı ve bir yolan koydu. (Ruhuma el Fatiha.)
Arkadaşlarımızın babalarıyla tanışmak, onlarla sohbet etmek, onlardan nasihat dinlemek, bizim çok hoşumuza giderdi. Yasin kardeşimizin babası Tayyip dededen hatıralar dinlerdik, Naci kardeşimizin babasını daha ilk okul beşte iken kaybettik. Benim babam da arkadaşlarımla muhabbet etmeyi sever ve onlara, benim her zaman duyduğum, hikayelerini tecrübelerini anlatır, nasihatler ederdi.
Şimdi de Faruk ve Süleyman kardeşlerimizin babası Ali amca yeryüzünde güzel bir ad bırakarak göçtü gitti bu diyarlardan. İki kızını hayırlı insanlara gelin etmiş, iki oğlunu da İmam Hatipte okutmuş, kendisi de tasavvuf yolunda bir ömür tamamlamış bir insan olarak hatıralardaki yerini aldı.
Zaman zaman Fatih camii çıkışında görürdüm. Bazen de çocuklarından haber alırdım. Sevgili ninemizi de yakın denecek bir zamanda ahirete uğurlayınca yalnız kaldı. O yalnızlığı babamdan bilirim. Evlatlarının her türlü hizmeti, gayreti o boşluğu dolduramaz. Torun sevgisi bile. Lakin o yaşlarda ve hallerde olanlar da hayattan pek fazla bir beklentisi olmaz ve gözünü de ahiret yurduna diker ve ecel vakti gelince göçer gider ardına bile bakmadan.
Rabb’im rahmetiyle muamele buyursun. Eşinin yani başındaki mezarında diriliş gününü beklesin, dualarınızla. El- Fatiha...
AHMET TAŞTAN