Kurban “yakınlık” demektir. Allâhʼa yakınlık da takvâ sırrına bağlıdır. Yani kalpteki Allâhʼın rızâsını kaybetme endişesi ve Oʼnun gazabına dûçâr olma korkusu hangi seviyede ise, yine ilâhî emirlere itaat hassâsiyeti ne kadarsa, kulun takvâsı ve dolayısıyla Hakkʼa yakınlığı da o kadardır.

Nitekim âyet-i kerîmede:

“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyruluyor.

Kurbandan maksat, kurbettir / Hakk’a yakınlıktır. Bu uğurdaki takvâ imtihanlarını, ilâhî emirlere cân u gönülden itaat ve teslîmiyet göstererek kazanabilmektir.

Zira Cenâb-ı Hak, mâlî bir ibadet olan kurbanla gönülleri test ediyor, fedakârlık imtihanından geçiriyor.

Hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kābil, Allâh’a birer kurban adamışlardı. O zamanlar kurban, herkesin mesleği îcâbı, elinde bulunan maldan verilirdi. Kurban verilen bu mallar, bir dağ başına konulur, bir müddet sonra gidilip bakıldığında; gökten inen ateş tarafından yakılarak ortadan kaybolan kurbanın, Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilmiş olduğu anlaşılırdı.

Sâlih ve müttakî bir kul olan Hâbil’in koyun sürüleri vardı. Hâbil, kurbanlık olarak, sürülerinin içinden en semiz ve gösterişli olan bir koç seçti. Kābil ise, ziraatle meşguldü. Fakat gözünü ve gönlünü hırs ve haset bürümüş olduğundan, o gaflet içinde gidip cılız buğdaylardan oluşan bir demeti kurbanlık diye ayırdı.

Hâbil ile Kābil, bir müddet sonra bıraktıkları kurbanları tedkîk etmek için gittiler. Hâbil’in kurban ettiği koçun kabul edilmiş olduğunu; Kābil’in cılız buğday demetinin ise bıraktığı gibi durduğunu gördüler. (İbn-i Sa‘d, I, 36)

Cenâb-ı Hak, rızâsı uğrunda yapılacak fedakârlıkların nasıl olması gerektiğini beyan sadedinde:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (yani îman, amel ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Demek ki kurbandan maksat, gönüldeki Allah için fedakârlık duygusunun güzelce izhâr edilmesidir. Bu ise sadece Kurban bayramına mahsus değildir; hayatın her safhasında Kābil’in cimriliğinden sakınıp Hâbil gibi cömert gönüllü olmamız îcâb eder. Zira Allah imkân lûtfettiği hâlde hayra harcamayıp cimrilik etmek, büyük bir gaflettir, âdeta kalp körlüğüdür.

Hasan-ı Basrî zengin fakat cimri bir adamla karşılaşmıştı. Adam ona:

“–Binlerce altınım var; ne bir kötü kimseye fidye olarak verdim, ne de bir fazîlet sahibine ikram ettim. Bu konuda ne buyurursun?” dedi.

Hasan-ı Basrî:

“–İyi de bunu neden yaptın?” diye sordu. Adam:

“–Zamanın âniden getirdikleri, sultânın zulmü, dünyanın bin bir türlü musîbetleri ve fakirlik korkusu sebebiyle.” dedi.

Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle dedi:

“–O hâlde, (bu malı) seni övmeyecek olana bırakıyor ve hâlini mâzur görmeyecek olana döndürülüyorsun!” (Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/796)]

OSMAN NURİ TOPBAŞ