Ahmet Taştan'ın Genç Gazete'de yayımlanan köşe yazısı.

İnsanın, üzerine yıkılmış bir dünyanın altından kalkmaya çalışması, ancak takdir edilmiş hayata olan bağlılıkla ilgili olmalı...

Acaba bir son, bir ecelle yani kendi eceliyle karşı karşıya kaldığını biliyor muydu? Hayır, bu konuda elinde kesin bir bilgi yoktu.

“Vermek istemeseydi, istemek vermeyen” bir Allah'ı vardı ve Onun varlığı, direnme hissi aşılıyordu ruhuna. Üst tarafından gelen ayak sesleri, inen kalkan balyozun tınısı, hiltinin çalışması ona yeni bir hayatın muştusu gibi geliyordu.

Umutsuzluk çaldı kapısını bir an. Sesini duymuyorlar, yerini bulamıyorlardı... Ayak sesleri azaldı, soldu ve sonunda yok oldu. Hayatın neşvesi olan her haberci, ardına ya da enkazlara bakmadan gitti. Erken uyumuştu depremin olduğu o akşam, dinlenmişti fakat kıpırdayamadan saatlerce, güneş ışığını beklemek tekrar yormuştu onu.

Kalbini teskin etmesi gerekiyordu. Korku, endişe işgal etmek üzereydi. Hayatın meşguliyeti içinde anmayı unuttuğu Rabbinin ismi, ruhuna bağlanmış bir serum gibiydi. Allah! Allah! dedikçe korkular kayboluyordu. Bir emriyle koca binayı başına çökerten Rabbinden ümidini kesmediği gibi, ismini andıkça darlıklar genişliyor, sıkıntılar feraha dönüşüyordu.

Göz kapakları ağır ağır kapanırken kendini O’na emanet etti geçen hayatından bin pişman olarak. Zaten gözleri açık olsa ne görecektik ki. Karanlık, kapkara bir karanlık... Mesafe, çevre, eşya... Her ne varsa, yok hükmündeydi. Şimdi onun gözü, hem kulağı hem de elleriydi. Gün ışığı olmadığında gözünün hiçbir işe yaramadığını düşündü... En son hatırladığı da buydu.

Büyük bir gürültüyle açtı gözlerini. Karanlığı gördü ilkin. Bağıracak bir sessizlik bekledi gürültülerin arasından. Bir ara sesler azaldı. “Dinleme yapıyorlar” diye düşündü. Önceki tecrübelerinden biliyordu bunu. Sonra avazı çıktığı kadar bağırdı: “Buradayııım! Buradayım!”

Neden duymuyorlardı? Arada bir iki duvar vardı halbuki. Koca bir sessizlik kapladı her yeri. Kulağına gelen ses koro halindeki haykırıştı: "Sesimi duyan var mı?" "Sesimi duyan var mı!"

Evet, duyuyordu ama “onlar neden beni duymuyorlar?” diye düşündü endişelenerek. Eliyle etrafındaki duvarlara vurdu. Yumruk yaptı elini, kaç kez vurdu bilemedi. Yoruldu, olmayacaktı. Yaradan Allah, ecel fermanını bu vakte ayarlamış olmalıydı. Mücadeleyi bıraktı, dinlendi. “Yaşayacaksam bir şekilde bana ulaşırlar” deyip kendini saldı. Duramadı, sesini topladı, boğazını temizledi. “Zafer, gayrete aşıktır” sözünü hatırladı o hengamede. Derin derin nefes aldı. “Kişiye çalışmasının karşılığı vardır” ayeti de geldi imdadına... Bu hayat veren sözleri nereden veya kimden duyduğunu hatırlamıyordu ama ne yapması gerektiğini kavradı.

“Buradayııım, buradayıım!!!” Bir balyoz yandaki duvarı yıktı geçti. Bazı beton parçaları üzerine sıçradı ama hiç önemi yoktu hissettiği acının. Ayağı ile iteklemeye çalıştı ama artçı depremlerle her şey tekrar yerli yerine oturmuştu. Beton duvarlardan sızan ışığı, hayat sevincini de beraberinde getirmişti küçük ve karanlık odasına. Parmaklarını çıkardı görsünler diye. İnen balyoz, parmaklarını ezecekken hızla çekti. Karanlıkta bir sevinç, aydınlıkta sevinçler... Semalara uçtu tekbirler, hamdüsenalar. Günler sonra ışığın, sesin, gürültünün tadını hissetti bedeninin her hücresinde. Sedyede gözleri semaya dikilmişken süzülen damlalara eşlik eden dudakları kıpır kıpırdı.