Savaş, insanın tarihi kadar eski bir mevzu. Acaba şu dünya tarihinde kaç gün, tüm yeryüzünde barış olmuş? Savaş hakikatinden kaçmak mantıksızlıktır. Barış, insana huzur ve güven verirken savaş korku, endişe ve mahrumiyet bırakıp yoluna devam eder. Tarih boyunca insanın adım adım olgunluğa erişmesi beklenirken döngüsel bir hareketle sürekli baştan alınıyor her şey.

"Neden savaş vardır?" sorusunu düşündüğümüzde ilk insana kadar inmemiz gerekiyor sanırım. Habil ile Kabil dökülen ilk insan kanının muhataplarıdır. Özellikle Kabil hakkına razı olmayıp kıskançlığa bürünmüş bir hırsla kardeşini öldürmüştü. Habil çok barışçıl bir ifade kullanmıştı: "Sen bana elini kaldırırsan ben sana elimi kaldıracak değilim." Bu ifade bile Kabil'i durduramamış kendi hevesine uyarak hak yoldan sapmıştı.

Bu bireysel olaydan, temel bir kural çıkarabilmek mümkünse eğer; savaşın en temel noktasında "hakkına razı olmamak" yatar. Tabii sorular bu kadarla bitmez. Bir meselede kimin ne hakkı olduğunu kim belirleyecek? İşte bu noktada zihnimiz kördüğüm olur.

İnsanların aklı, içinde bulunduğu hal ve durumu tahlil ederken bir keser gibi kendine yontmayı ahlak edilmiştir. Kimi zaman haklı da olabilir ama bu haklılık savaşı yok etmeye yetmez. Savaş başlar, herkes gücün karşısında çaresizliğini hissettiğinde mecburen ya anlaşmayı ya esareti ya da yok olmayı seçme durumunda kalır.

Savaş insanlığın bu kadar hakikatli özelliği ise nasıl def edilebilir? İşte bu soruyu insanlığa barış ve huzuru getirmek en temel ilkelerinden biri olan İslam dininde yani Kur'an-ı Kerim'den incelemek lazım. Barış ve huzur ortamlarında İslam tebliğ ve daveti çok kolay bir şekilde insanlara ulaştığını ve onların da nar-ı cehennemden uzak kalması için imkanlar oluşturduğunu biliyoruz. Buna rağmen başka inançtaki insanlar kendi dinlerine sahip çıktığından vatandaşlarının Müslüman olmasını hazmedemiyorlar.

Buradan sonra savaş davulları çalmaya başlıyor. "İslam neden tüm insanların Müslüman olmasını istiyor?" diye bir soru sormaya gerek yok. Çünkü Allah'ın kulları olan insanların cehenneme layık değil de cennete layık olduğunu herkes biliyor. Bu, dünyayı ve hayatı algılama meselesi ile bağlantılı olarak düşünülebilir.

Fakat "savaşın kazananı olmaz" sözü bazı tarihi örnekler üzerinden incelediğimizde boşa düşüyor. "Size karşı savaşanlarla siz Allah yolunda savaşın, haddi aşmayın" diye buyuran Rabbimiz savaşta bile ahlaklı davranmayı salık verdiğini belirtelim.

Müslümanlarla diğer din mensupları arasında yapılan savaşlarda belki de kaybetmiş olan millete dahi büyük bir kazanç sağladığını, yani İslam'ı tanıyıp Müslüman olarak dünyada huzur ahirette cennete kavuşacaklarını tespit edebiliriz. Allah yolunda mücahede etmenin ne kadar değerli olduğunu ayet ve hadislerle tek tek sıralamak durumunda değiliz burada.

Peki o zaman milletler niye silah bakımından güçlü olmak isterler. Savaşın kazananı olmazsa neden bu kadar farklı silahlar üretiyor insanlar. Silahları gömlek barışa büyük hizmet değil midir? Bunu hiçbir akıl sahibi kabul etmeyeceği gibi Cenab-ı Allah da "savaş için besili atlar hazırlayın" buyurarak barışın ve huzurun ancak Müslümanların güçlü olduğunda sağlanabileceğinin işaretini vermiştir.

Düşünün! Silahın varsa düşmanı caydırabilirsin. Öyleyse silahlar savaş için değil, barış için yapılmalıdır. Lakin bu yapılan silahın kendi özelliğinde değil silahı kullanacak olan kişilerin barışçıl bir ruh sergilemeleri ile ortaya çıkacaktır. Belki de silah yapmadan önce silahı kullanacak gücü, terbiye eden bir ahlaka ihtiyaç vardır.

İşte bu ahlakla yetişen kişiler ile yapılan savaş her iki tarafın kazandığı bir savaşa dönüşebilir. "Savaşın kazananı olmaz" cümlesi yerine öyle savaşlar olsun ki her iki tarafta kazansın diyebilmek çok hayali bir cümle olur sanırım.