Salih Erol yazdı

Anadolu’nun doğu ve iç kısımlarında insanı sabahın seherinde uyandıran bir iklim var; Turhal’da da öyle. Erkenden uyanıp Ali’n(in) Otel’in terasına çıkıp kahvaltı ederken şehir manzarasını da içine çekmeli; yoğurtmacına katık etmeli insan. Biz de öyle yapıyoruz. Turhal’da Yeşilırmak kıyılarından sonra en güzel yürüyüş, şeker fabrikasının geniş arazisindeki ağaçlık alanlarda yapılır. Huzur veren, oksijeni bol bir ormandır burası. Ulu çınarların arasından uzanan demiryolunu yanınıza alarak yürürsünüz. Turhal şeker fabrikası: “Siz beni eskiden görmeliydiniz” der gibi boynunu bükmüş ve olmuş Kayseri şeker fabrikası! Bir zamanlar tüm yöreyi besleyen o lokomotif işletme şimdi deyim yerindeyse rölantide çalıştırılıyor. İnsan, doğal olarak üzülüyor bu hâle.

Gezi kafilemiz, yâni biz yetişkin çocuklar demiryolunun iki yanına diziliyor; el ele tutuşup köprücükler yapıyoruz. Açtın mı kollarını, tutup saracaksın dostunu ya da yârini!

Sabah yürüyüşünden sonra atlayıp arabaya Zile’ye doğru yol alıyoruz. Nasipse, önce Pazar, sonra Zile göreceğiz. Tokat’ın bir düzine ilçesi var ve biz gezimizin ana teması gereğince onların içinden ırmak geçenleri ile ilgileniyoruz daha çok. Turhal’dan çıkalı daha yarım saat olmadan Pazar yakınlarında Erkilet Köprüsü’ne vardık bile. Selçuklulara uzanan kadim bir köprü daha; yapılışının üzerinden yaklaşık yedi asır geçmiş bu muhteşem taş köprünün. Böyle bir yerden sadece geçip gitmek olmaz! Hem az ötesinde onunla yaşıt bir güzel kervansaray varken durmak gerek. Köprüyü geçer geçmez sağa dönüşte yer alır Mahperi Hatun Kervansarayı. Selçuklu gücünün ve mimarisinin zirve çağından görkemli bir tesis burası. İç Anadolu’yu Karadeniz’e bağlayan İpek yolunun tam üzerindeyiz. Anıtsal kapıdan içeri giriyoruz. Taş işlemeciliğinin zarif sunumuyla ve ortadaki havuzun huzurlu su sesiyle yorgunluk atan eski kervanları düşünüyorum, içeride dolaşırken.

Kervansarayda biraz durduktan sonra Pazar ilçe merkezine sapmadan doğruca Zile’ye yol alıyoruz. Vaktiniz varsa Pazar civarında Ballıca Mağarası ve Kazgölü gibi tabiat güzelliklerinde vakit geçirmenizi öneririm. Bizim aklımız, Sezar’ın da aklını çelen Zile’de ve Zile bu gezimizin zirve yerlerinden birisi olacak. Zile’nin ortasında Yeşilçam film platosu gibi duran çay bahçesinde duruyoruz önce. Gezi ekibimizin iâşe ve bilumum çılgınlıklar bakanı Dursun abimiz Zileli’dir. Burada rehberliği, bağlantıları o kuruyor. Her Zileli biraz sanatçıdır. Bu türden bir şahsiyet olan Zileli Hayrettin amca’dan yöresel kültür ve deyişler üzerine keyifli ama kısa bir sohbet yapıyoruz; bir de sanat musikisinden bize içli bir nağme okuyor.

Burada asıl gideceğimiz sıra dışı kişi Tekin Kireççi ve biz de onun evine gidiyoruz. Apartmanın girişinde araç plakası büyüklüğünde bir levhada adı – soyadı ve telefon numarası yazılı. Yıllardır bir tarihçi ve insana ilgili bir insan olarak insan hikâyeleri biriktiriyorum. Zile’de tanıdığım Tekin’in hikâyesi en dokunaklı olanlardan birisi artık benim için. Sadece onu anlatsam sayfalar doldurur. Zile’de çocuk; Ankara’da maceralı bir mimarlık öğrenimi ve tam mezun olacağı sıralarda her iki gözünden de görme yetisini kaybeden genç ve tekrar Zile’ye dönüş. Onu artık görmediği dünyada ayakta tutan şey bağlama ve diğer enstrümanlar ile yükselen müzik aşkı ve derken iki yüz civarında bestesi ile gönüller titreten bir ozana dönüş hikâyesi. İşte, biz bu gönül adamı aşığın misafiriyiz. Geleneksel ozanlık yolunu takip ederek, üstadının tavsiyesiyle: “Câhilî” mahlasını kullanıyor Tekin abimiz. Keşke, her cahil senin çeyreğin kadar kavrasa bu hayatı ve müziği!

Söz, önceliği saza bırakıyor; Câhilî çalıyor, elindeki saza değil de kalbimizin teline teline dokunuyormuşçasına: “Çok düş gördüm, gerçek hâni…Kime aldı dünya fani.. Bundan sonra senin olsun”…

İyi ki varsın Câhilî! Çalınacak saz ve onu çalacak senin gibi gönül insanları olduğu sürece bu memleket, bu hayat bizimdir. Senin yanında iken saatleri unuttuk ve hatta neredeyse İris’i dahi unutacaktık. Ancak yolcu yolunda gerek!

Tekin abi’ye ve onun hayat ışığı olan iki meleğine (Biri ablası, öteki eşi) veda ediyor ve Zile şehir merkezinde biraz daha geziniyoruz. Molla Yahya Mahallesi’ndeki Şehitler Sokağı’nın hazin hikâyesini rehberimiz Recep abi’den dinliyoruz. O da Aziz Nesin’den alıntılayarak aktarıyor: Şehitler Sokağı’nda bir zamanlar yaşanmış basbayağı fuhuş pazarını.

Ünlü Zile Kalesi’ne çıkan yola: “Sezar Yolu” deniliyor. Çünkü Roma’nın önündeki bu en büyük engeli aşmak bizzat ona kalmış. M.Ö. 47’de Sezar, buraya ordularıyla gelip kaleyi fethetmiştir. Meşhur: “Geldim, Gördüm, Yendim” sözünü Zile Kalesi’ni aldıktan sonra söylediği rivayet edilmektedir. Bize göre o mağrur Sezar ve onun gibiler istilacıdır ve yenilen Pontus kralı Farnakes bizimdir. Ben de Zile’den ayrılırken şöyle dedim: “Geldim, Gördüm ve Sevdim”.

Biz burada İris’in Çekerek koluna daha yakın mesafedeyiz ve Zile’den çıktıktan sonra gezimizin asıl maksadı olan nehir takipçiliğine yeniden başlıyoruz. Artık nehirlerin kavuşma anlarına; daha dar ve yüksek geçitlere doğru süreceğiz arabayı, yâni kuzeye, daha kuzeye, Karadeniz’e..