24 Mart 1910 Perşembe günü Bursa’da haftalık yeni bir gazete yayın hayatına başladı. Gazetenin adı: Ertuğrul’dur. Gazete kendisini şu niteliklerle takdim etmiştir: “Vatanın menfaatlerine hizmetçi, siyasi, ilmi, edebi, fenni ve zirai gazetedir”! Setbaşı’nda Muin-i Hilâl Matbaası’nda basılan bu gazete dönemin gölge iktidarı İttihat ve Terakki Partisi’ne yakın bir duruş sergilemiştir. Gazetenin ilk sayısı Mevlid kandiline denk gelmiş ve bu bağlamdan yola çıkarak, ilk makalenin başlığı: “Rûh-i pâk-i Nebevvî’ye” şeklinde atılmıştır.

Kısa bir zaman içerisinde dolu dolu içeriğiyle dikkat çeken Ertuğrul Gazetesi, uzun soluklu ve düzenli bir yayın akışıyla da önem kazanmıştır. Bu gazetede, Bursa merkez ve bütün ilçelerle ilgili muhtelif haber ve yazılar yer almıştır. Biz de Ertuğrul’un izinde İnegöl’ü takip ederek bu yazıyı hazırladık. 1910’dan başlayarak, İnegöl konulu haberlere ve yorumlarımıza başlayalım!

Gazetenin 20 Mayıs 1910 tarihli 9. sayısında: “İmzası mahfuzdur” notuyla ismini vermek istemeyen İnegöl Cerrahlı bir okurun mektubuna aynen yer verilmiştir. Mektubun sahibi, Cerrah’ta bir hayır cemiyetinin kurulduğunu haber veriyor. Yazdığına göre bu cemiyet (dernek) Meşrutiyetin ilanından hemen sonra (1908 Temmuz sonrası) kurulmuştur. Derneğin kuruluş gayesi, fukaraya yardım etmek, mektepli çocukların ihtiyaçlarını karşılamaktır.

Buraya kadar güzel ama gelgelelim, hayır gibi görünen bu dernek yöneticileri topladıkları yardımları şer işlere sarf etmişler ve ediyorlar maalesef. Mesela, toplanan paralar, okula harcanacağına, dernek tarafından işletilen meyhanenin tefrişatına harcanmış ve hatta köhne mektep merdiveni çöküp kız talebelerden birinin yaralanmasına sebebiyet vermiştir. Bu iyi görünümlü kötü niyetli ahlak yoksunu dernek yöneticileri umarsız tavırlarla halktan para ve sair toplamaya devam etmektedirler. İddia sahibinin dediğine bakılırsa, dernek yöneticileri usulsüz bir değirmen inşasına bile teşebbüs etmişlerdir. Gazete, şikâyetçi vatandaşın mektubuna aynen yer vermekle, idarecilerin dikkatini bu kötü niyetli dernek üzerine çekmek istemiştir.

Yukarıda verdiğimiz şikâyet mektubuna itirazlı cevap gecikmemiş ve gazetenin 10 Haziran tarihli sayısında bu kez yazanı belli bir mektuba yer verilmiştir. Mektubun yazarı Cerrah ahalisinden Agop Zümrütyan’dır. Bu arada,1915 öncesi İnegöl Cerrah Beldesi ağırlıklı olarak Ermeni bir kasaba olduğuna dikkatinizi çekerim. Bahsettiğimiz derneğin yöneticilerinden biri olarak Agop, bağlı bulunduğu derneğin asli amacına uygun hareket ettiğini; bazılarının – bilhassa yörede bulunan ve rakip istemeyen bir değirmen sahibinin- bundan rahatsız olduklarını belirtmiş ve konuyu mahkemeye taşıyacaklarını belirtmiştir.

Görüldüğü üzere Ertuğrul Gazetesi’nin sütunları bizi 114 yıl öncesinin İnegöl ahvaline götürmeye başladı bile.  Gazeteyi karıştırdıkça daha bir dizi hikâyeler ve haberler çıkıyor karşımıza. Mesela, yine aynı sayıdan öğreniyoruz ki, Davut’un oğlu Özbek vurulmuş; Karacakaya civarında hayvanlarını otlatırken kahpe bir Martini tüfeğinden çıkan hâin kurşunlara kurban olmuş günahsız yere. Allah’tan pek yaman süvari onbaşı Abbas komutasındaki müfreze sıkı tahkikat yapmış yörede. Katilin Çatıroğlu İsmail olduğu anlaşılmış ve adı geçen kıskıvrak yakalanmış sonunda. Mezitler ve dağ yöresinden maalesef cinayet, eşkıyalık vakaları hep olmuştur; hükümetin emniyeti sağlamakta zorlandığı sarp bir coğrafyadır burası. Yöreden bir başka örnek daha verelim: 17 Nisan 1910 günü Mezit’te Seyyidoğlu Paşmat, öküzlerini başkasının tarlasına salınca Korucu Murat tarafından uyarılır ama aldırmaz ve üstelik çeker vurur korucuyu. Allah’tan korucu ölmez; yalnızca sağ bacağından vurulmuştur. Tabi, suçlu Paşmat yakalanmıştır. Bir başka olay da Karagölet’ten verelim. O zamanlar Karagölet, İnegöl’e değil; Yenişehir’e bağlıdır. İnegöl’ün Yenice Nahiyesi’nden Rupen adında bir ahlaksız, geceleyin Karagölet’e gidip Durdu adında kadının yaşadığı eve baskın vermiş ve kadını kaçırmaya çalışmıştır. Neyse ki yakayı ele vermiştir.

Ertuğrul Gazetesi’nin 13. sayısında. “İnegöl Havadisi” başlıklı bir bölüm dikkatimizi çekiyor. İlgili bölüm bize İnegöl hakkında pek mühim bir olayı aktarıyor. Osmanlı zamanında tütüncülük imtiyazını elinde bulunduran yabancı menşeli zâlim bir kuruluş olan Reji idaresi ile İnegöllüler resmen karşı karşıya gelmişler. Şöyle ki, Rejinin satışını yasakladığı onluk adı verilen sigaralar İnegöl esnafının elinde bulunmaktadır. Reji, derhal kaymakamlıktan 10 Haziran 1910 tarihli bir yasaklama yazısı almış ve gerekli takibata başlamıştır. Esnafa dağıtılan uyarı yazısında ellerindeki sigaraların teslim ya da imha edilmesi; bu markadan sigara satılmaması istenmiştir. Ancak bizim esnaf pek de oralı olmamış; ikazları dikkate almamıştır. Bunun üzerine keyfiyet polise havale edilmiştir ancak polis Hüseyin Efendi ve ekibi işin üstesinden gelememiştir. Bunun üzerine jandarma da devreye sokulmuştur. Devleti her zaman arkasına almış Reji, bütün gayretlerine rağmen İnegöllü’ye diş geçirememiştir. Aslında bu adı konulmamış fiili başkaldırıyı yerli üretimin yabancı kontrolcülere bir tür meydan okuması sayabiliriz. Helal olsun İnegöl esnafına, bakkalına, tütüncüsüne..!

1910 Yılının Eylül ayı, aynı zamanda Ramazan ayıdır. Hicretin 1328 senesinin Ramazan orucu tutulurken, Ertuğrul Gazetesi’nin 15 Eylül tarihli 26. sayısında hem de ilk sayfasında İnegöl’den biriyle yapılmış bir konuşma aktarılmıştır. Konuşan kişi, Ramazanın ilk haftasını İnegöl’de geçirdikten sonra Bursa’ya gitmiş ve gazeteci arkadaşına İnegöl’ün hâlini anlatmaktadır. Yalnız başlığın Nefi’nin şiirinden fırlamışçasına: “Siham-ı Kaza” (Kaza Okları) olmasından bu yazının olumsuz bir eleştiri taşıdığı hemen belli olmaktadır. O yüzden hiç bozmadan aynen aktaralım yazıyı:

İnegöl’den gelen arkadaşım Ramazan keyfiyle anlatıyordu: - Bu ne kadar kayıtsızlık? Ne nezfet var; ne belediye var. İki nahiye ve yüzlerce köyü bulunan İnegöl merkezinde belediye böyle mi olacak? Temizliğe böyle mi dikkat olunacak? – Sen ne söylüyorsun? Galiba bu gidişle belediye kasabadan harice nakledilecek. – Ne için? – Ne için olacak? Belediye üç(!) adet köhne temizlik arabasıyla beygirlerini muhafaza edecek bir mahal bulamamış da en işlek caddenin kenarına hayvanları arabaların tekerleklerine bağlıyorlar. Bunların yanına bir de kümes gibi bir kulübe yapılmış; içeride bir nöbetçi yatmaktadır. Bunu gören halk da caddeye manda arabalarını gelişigüzel koymuş; insanların ekserisi kestikleri hayvanların atıklarını rastgele sokak ve cadde başlarına bırakıyorlar. Bu vaziyet kolera ve sıtmaya adeta davetiye çıkarıyor. İnşası kefaletsiz bir mültezime verilen havuz ve üzerinde tamamlanmamış kubbe; ölü gözü gibi yanan fenerler… -Kâfi kâfi!

DR.SALİH EROL