İnegöl'de yazarlık çalışması yapan kaç dostumuz vardır, bilemiyorum. Böyle bir okul açmanın yetkisine sahip miyiz, onu da tam olarak bilmiyorum. Lakin bir yola çıkmak, yol hazırlığında bulunmak, birikim yapmak, usta yazarları izlemek, dinlemek, bizi memnun ediyor.

Görev yaptığım okulda başlamıştı yazma hikayemiz... Bir dergi çıkartıp sıradan bir vazifeyi savacaktık. Sonra; "Yaratıcı Yazarlık" gibi ders dışı bir çalışma imkanı varmış. Her şeyi gönül iklimi dairesinde yapmaya alışmış fıtrat sahipleri için birçok yönetmelik kuralları angarya gelecekti ama gülü seven dikenine katlanır, değil mi?

Yapılması gereken yapılacak ve kalemin sırtına ağır yükler vuracaktık gençlerle. Onca yıldır okuma ile geçen vakitlerin, ürün verme zamanı gelmiş miydi acaba? İletilecek düşünceler, paylaşılacak hisler kalemin ucundan dökülecek demler de miydik acaba? Neyse...

Yazmanın kıymetini anlamaya çalışıyoruz ilk derslerimizde. "Niçin yazıyoruz?" sorusunun peşine; "Nasıl yazıyoruz?" sorusunu takıyoruz. Kaybettiğini bulmak için arayan biri, her baktığı yerde onu gözler ya biz de o ruh haliyle her yazardan, konu hakkında bilgi derliyoruz.

"Üç gün yazmazsam ölürüm" diyen yazarın birinden sözü, diğer yazarın; "Ruh, yazının icadından sonra ölümsüzleşti" gibi ilginç cümlelere bağlarız. Ardından Yunus Emre'nin; "Ölen hayvan imiş/Aşıklar ölmez" deriz ve tüm sanat eserlerinin bir aşkın eseri olduğunun altını çizeriz. İnsan ruhunun karakterinin bir tutumudur yazmak der, ontolojik bir sebebe bağlarız.

Yazıyı, öğrencilerimin sesinden dinlemek çok hoşuma gider. "Hocam, yeni bir hikaye yazdım okur musunuz?" dediklerinde; "Sen oku ben dinleyeyim" derim ve onun sesinin kurduğu dünyayı seyretmek için kapatırım gözlerimi. Kelimelerin inşa ettiği muhteşem yapıyı, ayan beyan görmeye çalışırım. Yerine uygun biçimde yerleştirilmemiş her tuğla, gözü rahatsız ettiği gibi yanlış kelime kulağımı tırmalar. Zaman geçtikçe duru cümle nasıl yazılır, açık ve akıcı cümleler nasıl dizilir, insan fark eder.

Bir cümlenin yapısından, yazarın kişisel özelliklerini tespit etme girdabına yakalanırım zaman zaman. Kendimi kurtaramadığım bu derin bakış açısı, kimi zaman beni yorsa da çoğu zaman heyecan veriyor. Bir gün mavi halının üzerindeki beyaz masada çalışıyoruz. Öğrencim metni okuyor, altı yedi kişi dinliyoruz. Birden; "Sen evde aygazın altını kapayıp kapamadığını kontrol için geri dönüyor musun?" demiştim. "Evet, nasıl bildiniz ki?" "Kurduğun cümlelerin yapısından anladım diyelim."

"Sen, son günlerde Abdurrahman Dilipak'ın kitabını mı okudun?" Evet, Hocam severim ve okurum o yazarı" "Sizin evde Ali Kırca'nın sunduğu haberler mi izleniyor? "Evet, Hocam, nereden bildiniz?" Bu örnekler bize öğretti ki; insanın içinden kopup, dış dünya da yaşamasına müsaade ettiği her anlam , kendi derininden haber veriyor.

Yazmak, geleceğe kalmaktır. Eski destanlarda kahramanın biri ölümsüzlüğü arar. Ancak kendisine ölümsüzlüğü bulamayacağı, onun yerine adının kalacağı bir eser bırakması tavsiye edilir. İnsanın ölümsüzlük hissi, temel bir haldir. Biliyoruz ki; ecel ne bir saat ileri, ne bir saat geri alınmaz. Ancak Efendimiz (sav)'in buyurduğu; insan ölünce, amel defteri kapanır ancak şu üç insanın amel defteri kapanmaz: Hayırlı evlat yetiştirenin, insanların hayrına hayrat yapanın, ilim bırakanın (kitap yazan)

Yazmak böyle çok yönlü bir eylemdir ki; çok derin ihtiyacı karşılıyor demek ki... Ancak herkes yazamaz, bunu kabul etmek lazım. Hayır, hayır, herkes her şeyi zaten yapamaz. Buna vakit ayırmak lazım. Yazarların bekli de diğerlerinden bir tık farkı, sıkça yazmaları ve yazdıkça güzel eserleri ortaya çıkarmalarıdır. Herkesin bir düşüncesi, bir duygusu vardır, gezmiş, görmüş, bilmiş ve tanıklık etmiştir. İşte bunları eşe dosta anlatırlar ama tanımadığı ve kendisinden sonraki insanlarsa ve geniş coğrafyaya ancak yazmakla ulaştırabilirler.

Yazarlık Okulumuzu, Yedi Hilal Derneğimizde Cumartesi günleri açacağız. Katılmak isteyen bir düzine insanı bekliyoruz diye bir davetiye ulaştırsak sanırım istekliler için yeterli olacaktır.