"Eğitime Adanmış Ömürler" isimli kitabı okurken aklıma kendi öğretmenlerim geldi. "Acaba ilkokuldan üniversiteye kadar geçen eğitim süreci içinde, üzerimde emeği ile beraber derin tesiri olan, unutamadığım yönleriyle kimler var?" diye düşünmeden edemedim.

Son eğitim aşaması olan üniversitede, takdir ettiğim kadar eleştirdiğim hocalarım da aklıma geldi. Sonra kişiliğimi bulduğum İmam Hatip Lisesi... Ardından bir adım daha geriye... Bir basamak daha aşağıya indim mazinin tozlu merdivenlerinden; ilkokul öğretmenlerim de aklıma düştü.

Belki onları da birer ikişer farklı özellikleriyle kısaca anlatıp mazideki günlerime dönmeliyim.

Benden önce Altı Eylül İlkokuluna abim başlamıştı. Biraz çekingen, biraz ürkek, biraz da içe kapanık kişiliği sebebiyle annem, onu okulun bahçesinde, sınıfta sırasında beklediğini anlatırdı. Fakat ne hikmetse ben onun gibi yapmadım. İlk gün yanımda yine canım annem vardı. Geri kalan günlerde yalnızca kitaplarım ve ben...

Şimdi sadece isminin Halil İbrahim olduğunu yalan yanlış hatırladığım öğretmenim vardı. Okulun bahçesinde müstakil, siyah ziftle boyanmış, ahşap zeminli sınıfta ders görüyorduk... Biraz cüsseli vücuduyla kapısı açık olan sınıfın eşiğinden atlardı gökten inermişçesine. Bu davranışı bizleri ürkütür ve güldürürdü. İki yıl dersime girdikten sonra sanırım emekliye ayrılmıştı.

Belki arada bir iki öğretmen daha değişikliği yaşadık ama hala da görüştüğümüz son ilkokul öğretmenim Kemal Bay idi. Yıllar sonra beni öğrencilerimle kütüphaneye giderken gördüğünde içinde duyduğu kıvancı yüreğimin her zerresinde hissetmiştim.

İlkokuldayken yapmış olduğumuz bir bahçe işinden dolayı benim de içinde olduğum üç veya dört kişilik arkadaş grubuna işaret ederek okul müdürüne: "Bunlar taşı sıksa suyunu çıkarır hocam" diyerek medh ettiğini unutamam.

Uzun boylu, yakışıklı ve tebessüm ederken inci gibi dişlerini, güzel konuşmasını, şık giyinişine hayran arkadaşlarımız da vardı. Hani derler ya tam bir öğretmen gibi... (Zaten öğretmen!)

Altıeylül 5-C sınıfından dört kişi İmam Hatibe gitmiş ve eğitim hayatımıza devam etmiştik. İlkokulun son günlerinde Cemil Sönmez İlkokulunun kız voleybol takımı ile maç yapmıştık. Yağmur yağdı, yarıda kalan maçın rövanşını daha önce hiç görmediğim Mesudiye mahallesindeki ilkokulun bahçesinde oynadık.

Son Cumamız karne günümüzdü, maç perşembe idi. Set vermeden üç sıfır kazandığımız bu maç, mezun olacak bizlere iyi gelmişti. Hatıralarımızın bu bölümü de mutlu sonla bitecekti.

İmam Hatip Lisesi evimize yaklaşık iki yüz adımlık mesafede idi. Hal sokaktan, Zade Emin sokağa girip ana caddeye geçince kendimi okulun kapısında buluyordum. Zaten yazları Çimen Camii'nde Kur'an-ı Kerim okumaya gidiyordum.

Cami imamı Şükrü hocayı da bu vesile ile anmam lazım. Bazen vazifeye geç kaldığında cemaatin ters bakışlarına karşı kızar "ne var ne oldu!" anlamında el hareketleriyle cevap verdiğini anımsıyorum. Lakin beni etkileyen şey her bayram namazı hutbesindeki dua okuması ve konuşmalarıydı.

Müjdeler veren bayram kokulu, neşeli ve coşku dolu sesiydi. Caminin ikinci katının ön safında bulunmayı gelenek haline getirmiştim. Orası benim yerimdi. Her bayramda, caminin görevli müezzini olmadığı halde "hazır oluuun, hazır oluuun" diye bayram namazına davet eden nidayı da Abdurrahman Er amcanın yaptığı gibi... Ufak tefek geleneklerimiz vardı. (YARIN DEVAM EDECEK İNŞALLAH!)