Edebiyat dersinde okumuş olduğumuz makalenin işaret ettiği çok güzel bir noktayı sizinle de paylaşmak isterim bugün. Gerçi öğrencilerimiz derslerde işlediğimiz konuları sır gibi saklarlar. Annelerine babalarına anlatmazlar ya da arkadaşların sohbet meclislerinde paylaşmazlar. Tabii yine bu konuda bir genelleme yapmak zorundayım çünkü her birini tek tek gözleme imkanım yok.

Bir dersin hayata yansıması ne kadar önemli ise gerçek hayatın da derslere yansıması o kadar mühim. İşte derste okuduğumuz o makalede yazarımız Prof. Dr. Fikri Gül, "İnsan ve Doğa İlişkileri Bağlamında Çevre Sorunları ve Felsefe" başlığı altında meseleyi irdelemeye çalışmış.

Bir felsefeci olarak çevre sorunlarına felsefenin katkısı olabilir mi, diye bir yaklaşım sergilemiş. Meseleyi ele alırken eski çağlardaki insanların tabiata bakışı ile tespitlerde bulunduktan sonra modern çağ insanının bu geçmiş anlayışı nasıl değiştirdiğini ve yaptığının ne olduğunu ortaya koymaya çalışmış.

Şahsen çok hoşuma gitti eski zamanlarda insanların tabiata bakışı. Ki genellikle tarihin tozlu sayfalarında dinlerin ve inançların büyük etkisini görürüz. Evet, büyük savaşlara da etkisi olmuş bu inançların. Lakin tabiata bakış çerçevesinde "tabiata hakim olmayı" değil, "tabiatta inşa etmeyi" uygun görmüşler.

Makalenin oturmuş olduğu temel nokta burası... İnsan tabiata hakim mi, yoksa tabiatı anlama çabasına sahip mi olacak. Eski filozofların düşündüğü şey, tabiatla uyum içinde insanın yaşamını inşa etmek. Çünkü tabiatın yüce kudretin bir yansıması olduğunu düşünmek bunu gerektirir. 16. ve 17. yüzyılda Bacon ve Descartes'in akılcı yöntemini benimseyen anlayış çerçevesinde oluşan bilimsel dünya görüşü insanın hem kendini hem de çevre algısını değiştirmesini getirmiştir.

Bacon'un "bilmek, egemen olmaktır" ifadesi ile Descartes'in "mekanik dünya görüşü" insanın merkeze alındığı ve ölçünün insan olduğu anlayışını egemen kılmıştır.

"Doğa merkezli insan anlayışı" yerine "insan merkezli doğa anlayışı" fikri tabiatı tahrip etmeye yetmiştir. İnsanı merkeze alan düşünce ardından onun iktidar mücadelesini, kontrol etme gücünü ve nihayet sömürü anlayışını beslemiştir. Bu düşüncelerin yoğun oluşu etik anlayışı da örselemiş. Bu da tüketime yönlendiren, her şeyin talan edildiği toplumsal yapıyı inşa etmiş. Sonuçta doğa sömürüsünü sıradanlaştıran bir çevre algısı oluşturmuş ve tahakküm rasyonelleştirilmiştir.

İşin hakikati şu; insan sorunu ile çevre sorununun birbiriyle sağlam ilişki içinde bulunduğu gerçeğini kavramak. Hani bir hikayede anlatılır ya; paramparça edilmiş dünya haritasını düzelten çocuğun verdiği cevap: "Haritanın arkasında insan vardı onu düzelttim dünya düzeldi" gibi... Küçük bir hikaye ama büyük bir hakikat. Çünkü yeryüzünün efendisi eşref-i mahlukat olan insan. Bu insan, aynı zamanda hayvandan daha aşağıya birtakım vasıflarla donatılmış. Doğayı ve insanı birbirine üstün görmek yerine eşitleyerek meseleye yaklaşmak en doğrusu olacak. Yeryüzü sarayını insan için süsleyen Yüce Yaratandır. İnsan çevre karşısında saygı ve sorumluluk anlayışı ile yoluna devam edecektir. Medeniyeti bu şekilde inşa ettiğinde hem kendi zamanına hem de gelecek zamana en büyük iyiliği yapmış olacaktır.

"İnsan merkezci görüşlerin batı kültürünün kabında mayalandığını bilmek lazım."

gibi cümlelerin toplandığı makale üç saatlik dersimizi meşgul etti. Lakin bu ders 11. sınıfa gelmiş öğrenciler için zihinsel bir yolculuk oldu roman, hikaye ve şiirden sonra.

Bu tür konularda İslam dininin öngörmüş olduğu fikirlere de büyük ihtiyaç var. Müslüman bir toplum, insanlara ve tabiata baktığında tevhidi bir anlayışla bir bütün görür. Hepsi de Allah'ın mahluku olduğundan "zarar vermek de yoktur, zarara uğramak da" Her şey gerçek ihtiyaca binaen biçimlenmelidir.

Bir edebi tür olarak makale, tanımı yapılmış, özellikleri belirtilmiş, diğer edebi türlerle farkı ortaya konulmuş bir metin olmaktan öte içerikleri ile dikkate değer bir yazı türüdür.