Gecenin al yalazında dualı dudaklarla çıktılar yola... "Allah kaza bela vermesin" duası gönüllerden kopup gelirken arabalar hızla İstanbul istikametine doğru akıyordu. Bereket versin kış mevsiminin ortası olmasına rağmen güneşin gülen yüzü günü aydınlatacağa benziyordu.

Trafikte sıkışıp kalmanın korkusu yola erken çıksalar da yolların kusursuzluğu korkuları ve beklentileri geride bırakmıştı. Erkenden Eyüp Sultan camiine ulaştılar. Peygamberin (sav) mihmandarı güzide sahabe Eyüp Sultan hazretlerinin cihad aşkıyla yaşlı bir halde buralara kadar gelmiş ve aziz Türk milletine emanet bırakmış değerli türbesi ziyaret edildi. Onun huzurundan başlanacaktı taşı toprağı altın olan bu şehrin sokaklarında gezinmeye...

Çorbalar içilip Eyüp Sultan mezarlığından yukarı çıkarken Yahya Kemal'in bir cümlesi kulaklara misafir oldu. "Biz ölüleriyle yaşayan bir milletiz" demiş Üstat. Her millette bir miktar vardır belki ancak bizde cidden güzel bir yaklaşım söz konusu kabirlerdekilere. Kimlerin metfun olduğunu bilinirken bilinmeyenler de öğrenilmiş olacaktı onca eksikliği ile.

Civarda dile gelecek her ne varsa öğrenmek adına zikredildi tek tek. Tekrar gaz pedalına dokunan ayaklar arabaları Süleymaniye Camiine doğru sevk etti. Uygun bir park yeri bulununca ödemeler yapıldı ve tabana kuvvet Beyazıt Meydanına...

İstanbul Üniversitesinin o muhteşem kapısını gören gençler burada okuma arzularını dillendirirken güvercinlerin uçuşmalarından oluşan rüzgar örtülerinin uçlarını havalandırıyor. Cep telefonlarının flaşları durmadan patlıyor, gülümseyen yüzler telefon hafızalarındaki yerini alıyordu.

Restore edilen Beyazıt Camiinin yanından geçerken meydanda yapılan eylemler hatırlandı. Başörtü yasağını protesto etmek için Müslümanların birlik olduğu bu meydan yılın bazı dönemlerinde kitap fuarlarına ev sahipliği yapıyordu. Sahaflar çarşısına girildiğinde raflarda el pençe bekleyen kitapları izlemek sevindirici olsa da her birini alamamak acı verirken teselliyi kitapların kapakları okşamakla buldu gençler.

Yürüyorlardı Sultan Ahmet camiine doğru. Önlerinde Ayasofya, Yerebatan Sarayı, Alman Çeşmesi, Hiyogralif yazılı dikili taş... Her birini göreceklerdi. Üç beş adım attıktan sonra "Basın Müzesi" yazısı okununca hemen izin alıp daldılar içeriye... Büyük gazete makineleri eskiden kalma... Tomruk gibi yuvarlak sarmış gazete kağıdı rulosu... Ahmet Mithat Efendi'nin yazı yazdığı dört ayaklı oval masa, yıllanmış daktilolar, kullanımdan kalkmış fotoğraf makineleri vb... Basın müzesinde görülecek ne varsa orada...

II. Abdülhamit Han'ın kabrini ziyaret etmek istiyoruz. O büyük padişahın hatırası büyük derunumuzda. Bizans mezar lahitlerini andıran, her biri paşa kelimesi ile biten onca kabir... Ziya Gökalp'in kabri, Şeyh Bedrettin'in kabri ve derken kapısına kilit vurulmuş hünkarların türbesi... Hızlı bir ziyaretin ardından hikayesini bilmediğimiz meşhur Çemberlitaş...

Bir düzine taze simit ve İmam Hatipliler Derneği genel merkezine, ÖNDER'e, çıkıyoruz. Kuru kuru simit yenmez deyip bir bardak çayı Ayasofya manzaralı bir terasta yudumlamayı beklerken önümüze konulan nefis yemeklerin tadı Anadolu misafirperverliğine bir örnekti. Cuma namazını Ayasofya'da, Topkapı sarayının giriş tarafındaki küçük bölümünde kılmak için kılmak için hızlandılar.

Namaz kılındı, Topkapı Sarayının giriş bölümünden içeri kısmı görmek amacıyla toplandılar. Onca yabancı uyruklu insanların arasında yürümek farklı geliyordu. Ancak bunca ziyaretçinin sadece Topkapı Sarayında, Sultan Ahmet Camiinde, Ayasofya'nın önünde, Yerebatan sarayının kapısında görmekten rahatsız olmadılar.

Sevilen hocalarının davet ettiklerin Sultan Ahmet Camii avlusu hasret giderilecek en güzel mekanlardan biri oluvermişti. Sevenler birbirine kavuşmuştu. Biri yüksek lisans yapan genç bir öğretmen hanım diğerleri onu seven kız öğrencileri.

Yolda cep telefonunda düşen bir mesaj çocukları sevindirdi. Bu akşam Faruk Öndağ bizi yemeğe bekliyor denildiğinde gözler parlamıştı. Sultan Ahmet camiinden sonra Selimiye Camiinde ikinde namazı, Marmara İlahiyatın camisinde yatsı namazında eda edildikten sonra Başlarbaşı'nda Peşrev isimli mekanda yemek ikramının ardından imzalı kitapların hediye edildiği, hoş vakitlerin sonuna gelindiğinde saat on otuzu gösteriyordu. Memnuniyet dolu ifadeler havada uçuşurken yollar ayrıldı. Kürkçü dükkanına geri dönüldü.