Ahmet Taşgetiren'in köşe yazısı.

Düzce depremi"nde "devletin dirilişi"nden söz ediliyor. Bir felâketi, birebir göğüsleme noktasında daha diri bir devlet iradesi gözleniyor Düzce ve Kaynaşlı''da... Buradaki devlet varlığının, Gölcük, Adapazarı, İzmit''te hâlâ süren sarsaklığı örtmesi mümkün görünmese de, Ankara''da, önce yaşananlardan bir "ders alındığı" izlenimi vermesi bakımından önemli. Bununla birlikte daha ötesinin de beklenmesi gerekiyor devletten... Eksi 5 derecede, karın doyurmaktan önce donmama mücadelesi veren insanlara bir sıcak barınak sunmakta zorlanıldığı gözleniyor. Bu durumlarda hep "elden geldiği kadar" sığınması vardır. Oysa toplum-devlet ilişkisinde "elden geldiği kadar"dan ötesine ulaşılmalıdır.

Mehmet Akif''in Safahat''ında yer alan "Kocakarı ile Ömer" şiiri, bu halet-i ruhiyeyi ne güzel, ne çarpıcı, ne sarsıcı anlatır. Dilerdim ki, Ankara''da herkes depremin daha ilk günlerinde bu şiiri okusun ve sorumluluk duygusunu o teraziye vursun.

Burada Akif''in anlattığı kıssayı özetlemek isterim. Hazreti Peygamber (s.a.) in amcası Abbas anlatıyor:Bir gece Hazreti Ömer''le Medine''yi gezmeye çıkıyorlar. Şehir dışına geldiklerinde bir çadır görüyorlar. Çadırda "Açız, açız" diye ağlaşan çocuklar ve altında ateş yanan bir tencereyi karıştıran yaşlı bir kadın vardır. Ömer yaklaşır, yaşlı kadına çocukların neden ağladığını sorar. Çocuklar açtır, yaşlı kadının yemek pişirecek hiçbir şeyi yoktur, kazanda kaynayan da çakıl taşlarından başka bir şey değildir. Yaşlı kadın "durun hele, işte şimdi pişecek" diye çocukları avutmaya çalışmaktadır.

Ömer yaşlı kadına "İnsan gidip Emir''e söylemez mi halini?" diye sorar. Kadın, bir "Ah" çeker ve "Emire öyle mi? En kısa zamanda Allah onu kahretsin, Ömer belâsını bu dünyada bulsun" diye beddua eder. Ömer sorar ve cevabını alır:"Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisar edecek. "-Ya ben yetim avuturken, der yaşlı kadın, gelip aramak yok mu?"

Ömer savunur kendini: "Haklısın, yalnız, "Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez. "Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez." Kadın tüm çağların devlet adamlarını uyarır: "Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl? "Sonunda böyle çürük özrü kim sayar kabûl. "Zavallının işi çokmuş... Nedir muharebe mi? "İşitme sen de civarında inleyen elemi. "Medine halkını üryan bırak, Mısır''da dolaş. "Gaza! Gaza! diye git, soy cihanı, gel paylaş."

Sonra çocukların çığlığı yine yükselir. Kadının bedduası artar. Ömer yıkılır, biter. Kadından izin ister, doğruca zahire ambarına gider, sırtına bur çuval unu alır, yağı da Abbas''ın eline verir, yeniden yola düşer. Abbas, halifenin çuvalı taşımasına razı olmaz, "ben götürseydim" diyecek olur, Ömer itiraz eder: "Hayır yorulsa değil, ölse yardım etme sakın, "Vebali kendine aittir İbn Hattab''ın.

"Kenar-ı Dicle''de bir kurt aşırsa bir koyunu, "Gelir de adl-i ilâhi sorar Ömer''den onu.

Çadıra gelirler. Ocak sönmek üzeredir. Ömer eğilir, dumanlar arasında ocağı yeniden tutuşturur. Yemeği pişirir, çocukların önüne koyar. Onların sevinçlerini görür ve ayrılır. Ayrılırken yaşlı kadına;-Yarın gel, beni bul, Emire söyleriz, sana nafaka bağlar, der.

Ertesi gün kadın gelir... Ömer, kendisine nafaka bağlandığını söyler. Bu arada onun Halife olduğunu da öğrenir. Ömer yaşlı kadına "Şimdi affeyledin değil mi beni" diye sorar... Yaşlı kadın gene, devlet adamlarına asırları aşan öğüdünü verir:"-Böyle göster fakat adaletini."Evet, işte böyle göstermek, devlet varlığını...

Ömer bir ara bunalır ve "Ömer, Ömer nasıl aldın bu bârı sırtına sen?" diye inler... Devlet olmak bu demektir... Kendisi yerine oğlunu halife seçmek istediklerinde "Bir evden bir kurban yeter" diye itiraz eder. Devlet sorumluluğunu böyle yaşamak devlet olmak demek...

Ahmet Taşgetiren

16.11.1999 Arşivden Düşünceler