Salih Erol'un köşe yazısı
Belki özlemişsinizdir beni, belki de fark etmediniz bile. Her halükârda canınız sağ olsun. Yine de bu satırları okuyorsanız, kesin fark etmişsinizdir. Geçen hafta boşladık köşemizi; kendi kendimize kafa tatili gibi bir şey yaptık. Eee, rahmetli Refi Cevad gibi köşemize yapışıp kalacak değiliz herhalde. Yahut Çetin Altan gibi, canımız istemese dahi bir şey yazacak değiliz biz. Madem lafı getirmişken buraya, köşe yazarlığının üstâdları olan bu iki ismin hikâyesini kısaca paylaşayım sizlerle.
Refi Cevad Ulunay, bir gün bile atlamadan yaklaşık otuz yıl boyunca bu ülkede gazete köşe yazarlığı yaptı. Tanıyanları, takılırlarmış rahmetliye: “Üstâd, şöyle birkaç gün istirahat et, yazma!” diye. O da ilginç bir gerekçeyle reddedermiş bu dinlenme isteklerini. Gerekçesi de şuymuş: “Ya benim yazmadığım günlerde gazetenin tirajı yükselirse ve yokluğumun gazete satışı için daha iyi olduğu düşünülüp işime son verilirse..”. Anlayacağınız, işini kaybetmemek için rahmetli Refi, bir ömür boyu durmaksızın yazdı, 1968’de ölene kadar.
Çetin Altan’ı da anlatayım müsaadenizle. Tarihimizin en kısa köşe yazısının sahibini.. Bu arada şunu da belirteyim: Benim, lise çağlarımda hiçbir köşe yazısını atlamadığım bir yazardır kendisi. Çetin Altan, 1960 darbesinin hemen ardındaki günlerden bir gün şöyle tek cümlelik bir köşe yazısı yazar: “Bugün canım hiçbir şey yazmak istemiyor”. Hemen herkesin darbeye alkış tutan yazılar yazdığı o günlerde, Çetin Altan, böyle yazmakla aslında darbe karşıtlığını ortaya koyuyordu aynı zamanda. Tabi, biz onun gibi değiliz: Canımız istemediğinde hiç yazmıyoruz. Ya da Refi Cevad gibi işimizi kaybetme korkumuz da yok.
Bir seyahatten ve bir seçimden arta kalan yorgunluğumuzu atıp, öyle çıkmak istedik karşınıza. Van Gölü Havzası seyahatimiz çok güzeldi ve o güzelliğin tatlı bir yorgunluğu oluştu.
Seçime gelince… Memleketin pek kıymet verdiği bu tantanalı seçim işi, şahsen beni çok fazla yormadı, heyecanlandırmadı bile. İşin bir beka sorunu olmadığını idrak edecek kadar zekâ sahibiyim elhamdüllilah. Seçimlerin kıymet-i harbiyesi üzerine yine bu sütunlarda yazdığım, 12 Nisan tarihli: “Seçim Sandık” başlıklı yazımda konu hakkındaki görüşlerimi yazmıştım. Dileyen oraya müracaat edebilir.
Yine de bu seçimde vatandaşlık görevimizi yapıp gidip, oy kullandık ve üstüne üstlük bir sandık başkanlığı vazifesini –çok şükür- hakkıyla icra ettik. Seçimde Yenişehir’in Gökçesu Köyü’nde görevliydim. Gerçi artık köy diye bir şey yok ama biz yine de ağız alışkanlığıyla “köy” demeye devam ediyoruz. Yüz yirmi seçmeni kalmış bu uzak mı uzak mahallemizde genç bulmak ne mümkün! Seçmenlerin neredeyse yarısı 1950 öncesi doğumlu.
1990’larda terör bahanesiyle Doğu’nun köyleri boşaltılmıştı. 2010’dan sonra ise rantiye: “Büyükşehir yasası” adı altında köyleri boşalttırdı. Memleketin en ücra köşesini dahi rantiyeye/büyük sermayeye ardına dek açmaktı bu yasanın asıl sebeb-i hikmeti. Sonuçta daha 80’lere kadar beş öğretmen ve iki yüz öğrencinin bulunduğu Gökçesu gibi bir yerde şimdi öğretmen yok, okul harabe ve en trajik nokta da şu: Köyde çocuk yok. Şaka yapmıyorum, gerçekten çocuk yok. Bitirilmiş bir köy, çocuksuz bir mahalle.
Dengesiz demografi! İsterseniz, şöyle bir dolaşın, İnegöl’de, Yenişehir’de veya herhangi bir büyükşehrin kırsal “mahalle”lerinde. Sandık kurulunda başkan bir arkadaşım anlattı; Yazılı Köyü’nde kaç oy kullanıldığını. Yirmi bir oy. İşte, bu memleketin bitirilmesinin resmidir.
Yaşasın rantiye! El-Fatiha güzel memleket!...
ve biz işimize bakalım; aynı mahallemize gidip sandığımızı yeniden kuralım, 28 Mayıs’ta..
Doymadım doyamadan seçmelere seni ben….