Salih EROL'un köşe yazısı

İnsanoğlunun hayat serüveninde çocukluk çağlarını: “Masumiyet Mevsimi” olarak tanımlarım. Çocukluk, göğe, Allah’a açılan tertemiz penceremizdir.  Şiirin üstâdı Fazıl Hüsnü Dağlarca, bu bağlantı hakikatini kavradığı için şiir kitabına: “Çocuk ve Allah” demiştir. Bu hayatta en acıdığım kişiler, sözüm ona büyürken,  içindeki çocuğu öldürenlerdir. Ben onları: “Kocaman yanlışlar” diye nitelendiririm. Elliye merdiven dayandığım şu dünya hayatında çocukluğumu, göğe açılan aydınlık penceremi kaybetmemeye çalışıyorum. Allah’a şükürler olsun ki, o aydınlık pencereden hayatıma ışık ve tebessüm her zaman sızmıştır.

Evet, insan yaşlandıkça ister istemez uzaklaşır çocukluğundan. Asıl olan o masumiyet mevsiminden bir nebze nefes taşıyabilmektir. İnsan koca bir yanlışa dönüşmeden ara sıra çocukluk nefesinden soluklanmalıdır.

Çocukluğunuzun geçtiği yerlerden ayrılmışsanız eğer, sırf o özel dönemi hatırlamak için o dünyaya yolculuk yapar mısınız? Öyleyse, ne mutlu size! Onu yapamayanlar da var. Mesela, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı anımsadım. Ömrü boyunca taşıdığı en büyük hüzün, çocukluğunun geçtiği Musul’a bir daha gidemeyişidir. Üstelik, orada, çocukken kaybettiği rahmetli anacığının mezarı vardı. Yine, Yahya Kemal’in Üsküp (ki çocukluğunun geçtiği yerdir) hasreti tarifsizdir.

Doğdukları yeri, savaşlar – göçler ve muhtelif nedenlerle kalıcı olarak terk etmek zorunda kalan ve bir daha oralara gidemeyen insanların hâlet-i ruhiyesini anlayabilir miyiz? Çok zor! Çocukluğunda Revan’dan (Bugünkü Erivan) yola revan olup gelen Gözel’i (Babamın annesi olur kendisi) düşünürüm mesela.

Kendi adıma nispeten şanslı olduğumu söyleyebilirim; çünkü doğduğum yere gidebilme imkânım var. Şâirin dediği gibi: “O köy bizim köyümüz” hâlâ. İşte, ben, çocukluğuma duyduğum özlemle geçen hafta o köye gittim. Otuz iki sene sonra doğduğum topraklara gitmenin heyecanını, özel anını yaşadım. Sılâ-i rahim etmek; doğduğumuz mekânlara gitmek, ehl-i sünnetin sünnetidir.

Çocukluğum, Murat Nehri’nin yakınlarında, Malazgirt’te, geçti. Ortaokulun sonuna kadar, yâni, hayatımın ilk on altı yılı demek bu. Sonra, bir gün apar topar bindirildiğim otobüs, beni gidebileceği en uzak diyara götürdü. Çocuk olmaktan çıkmaya başladığımı fark ettiğim ilk maceraydı, o uzuuun ve mecburî yolculuk. Bu bahsettiğim anın üzerinden otuz iki koca sene geçti ve ben tümüyle büyümedim, çok şükür. Koynumda antika bir değer gibi sakladım çocukluğumu.

Şimdilerde Bursa’dan Muş’a uçak var, bir yerlere uğramadan, doğruca gidiyor telli turna misâli. Ben de atladım bu modern telli turnaya ve iki saat içinde doğduğum topraklara vardım. İnsanın toprakla ilişkisi ne tuhaf! Düşündükçe: “Sübhanallah” çekerim, gayr-i ihtiyârî.

Malazgirt’in ücrâ köylerinden Kadıköyü, benim çocukluğumun ilk başkentidir. O bakımdan Garip şâirimiz Oktay Rıfat’ın şiirinden bir cümleyi hiç değiştirmeden aynen kendime alırım. Ne diyordu, bizim Oktay?: “Kadıköy, baştanbaşa çocukluğum”. O, memleketin en gelişmiş köyü, İstanbul – Kadıköy’ünü kastederken, ben, memleketin en küçük - uzak köylerinden olan Malazgirt- Kadıköyü’nden bahsediyorum. Sonra, ortaokulda çocukluğumun ikinci ve son başkenti Malazgirt oldu. Anadolu’nun kapısını açan yer: Malazgirt! Geçen hafta orada geçirdiğim iki gece, beni çocukluk hatıralarıma gömdü.

Murat ve Karasu ile göz göze geldik. Sekiz yüz yaşındaki Murat Köprüsü’nden geçmek ve oradan yine aynı Murat üzerindeki Hatun Köprüsü’nden geçmek beni sadece çocukluğuma değil; aynı zamanda kadîm tarihe götürdü. Sekiz gün boyunca Muş – Bulanık – Malazgirt – Ahlat – Tatvan ve Bitlis’i dolaştım. Her birini ayrı ayrı yazsam, roman olur. Şu memleket ne kadar da güzel! Kıymetini bilmek lâzım, vesselâm.

Yazımızı, çocukluk diyarımın ve oradan göçün ilhamıyla yazdığım bir şiirle sonlandırayım:

MEMLEKET ve GÖÇ

Geçtim Murat köprüsünden

Bir sabahın seherinden

Telli turnam kanat açmış

Uçar göğün mavisinden

 

Göçtüm Gediz ırmağına

Bir güzelin oymağına

Asma üzüm şarâb oldu

Aktı gönül toprağına