Cumhurbaşkanı, memleket işlerine bakacak olan bakanları geçenlerde tayin etti. Her şeyden önce bütün samimiyetimizle bu memleket için hayırlı olsun diyelim. Başkalarını bilmem ama biz sadece bu memlekette, yâni Türkiye Cumhuriyeti’nde, yaşıyoruz ve biricik yurdumuzun iyi olması en büyük gâyemizdir.

Hakikatten, cumhurbaşkanı tam olarak nasıl bir yöntemle ve ne tür bir mantıkla bakanları belirliyor? Doğrusu, merak ediyorum. Bir arkadaş sordu: “Yeni bakanlar hakkında ne düşünüyorsunuz hocam?” diye.. Ben de espri ile karışık: “Her bakan görmez” diyerek başladım.

Hangi bakandan başlayayım? Aslında, yılların eğitimcisi, öğretmeni olarak önce eğitim bakanından başlayacaktım ama öyle bir aile bakanımız oldu ki, evvela onunla başlamak farz oldu.

Siz, sadece ismen ve görüntü bakımından size benzeyenleri kendinizden sayar mısınız hemen? Yoksa, ismin ve görüntünün ötesine de bakar mısınız? Bu soruları sormakla şuraya gelmek istiyorum: yeni aile ve sosyal politikalar bakanımız, bu memlekette doğmadığı gibi, burada yaşamamış da… Soğuk bir şaka gibi ama maalesef değil.

Aile ve Sosyal Hizmetler’e bakacak Mahinur hanım, Belçika’da doğmuş; oranın vatandaşı ve kırk bir yıllık hayatının neredeyse tamamını Türkiye dışında geçirmiş birisi. Düşünsenize, Hıristiyan Demokrat Parti’den Belçika parlamentosuna milletvekili olarak girmiş; oranın siyasetinde gayet başarılı bir hanım efendi. Lâkin, Allah aşkına, bizim memleketimizle alakası var?

Ailesi yarım yüzyıldan fazla bir zamandır Emirdağ’dan Brüksel’e göç etmiş. Hiç yaşamadığı Anadolu’nun sosyal yapısı ve Türk aile biçimine ne denli bir hâkimiyeti olabilir ki? O doğrultuda yerinde icraatlar yapsın. Sanırım, sadece bakan olarak kalacak. İnşallah, arkasındaki ekibin doğru yönlendirmesiyle hayırlı icraatlar yapar da bu tuhaf çelişki sosyal bünyemizi tahrip etmez. Yoksa, Belçika’ya şimdiden hayırlı olsun!

Yeni kabinenin tek kadın bakanı hakkında iyi bir başlangıç yapmayı ne kadar çok isterdim oysa. Bu arada kabinenin neredeyse tamamen erkek işi olması da cabası. Bu memleketin kadınlarına ülke yönetmek pek lâyık görülmüyor anlaşılan. Diyeceksiniz ki, bir önceki kabinenin kendine çalışan ticaret bakanı kadındı da ne oldu? Orası da doğru. Öncelik, hayırlı, ehil yönetici olabilmektir. Yine de bu ülkede çok fedakâr kadınlarımızın olduğunu bilen biri olarak hiç olmazsa dört – beş kadın bakan beklerdim. Bu arada en büyük duâlarımdan birisi de şudur: Allah’ım yaşadığım süre içinde bu ülkenin başında Anadolu’nun bağrından çıkmış bir kadın cumhurbaşkanı görmeyi nasip eyle!

Biz bu tuhaf aile – sosyal bakanlık tayini meselesinden eğitim bakanlığına geçelim biraz da. Çok üzülerek, tüm samimiyetimle ve yirmi beş yıllık öğretmenlik tecrübemle belirtmeliyim ki, ülkemizin eğitim – öğretim işlerinden sorumlu bakanlık “milli”lik vasfını hızla yitirmektedir. Temel prensipleri itibarıyla en az değişmesi gereken şu eğitimi nasıl da baş döndürücü bir yap-boz tahtasına çevirdiler? İnsanın havsalası almıyor. O yıkımın bakanlarından birisi yıllar sonra: “Bu Ülkede Değişim Neden Bu Kadar Zor?” diye bir de kitap yazdı ya! İnsan sormadan edemiyor: “O zaman neden bu kadar kısa sürede eğitimin her şeyiyle oynadın Ömer efendi?”. O da geldi geçti; bakan olarak baktı gitti. Olan kalbura, çivisi çıkmış tahtaya çevrilmiş eğitime ve çocuklarımıza oldu.

Eğitim şart!” diye beylik bir laf ederler ama bu ülkede - eğitimciler hariç – herkes eğitim bakanı olabilir tavrındalar. Altını bir kez daha çiziyorum: eğitimciler hariç. Bir bakıyorsunuz  adam, hayatının hiçbir döneminde bir ilk – orta ya da lise mektebinde öğretmenlik, idarecilik yapmamış; hooop “Milli” Eğitim Bakanı yapılıvermiş hazret. Peki, bu bakanlığın sorumlu olduğu kurumlar nelerdir? İlk – orta ve liseler. O halde bu, nasıl bir yönetim kafası? Nitekim en son açıklanan bakan Yusuf Tekin de böyle biri sonuçta. Bazı safdiller diyebilir ki: “Ama yıllarca MEB müsteşarlığı yaptı”. Müsteşarlık koltuğunda uzun bir süre oturduğu doğru ama eğitimci olmadığı da doğru. Hem onca yıl müsteşarlıkta tutuldu da eğitimimiz büyük seviyeler mi kat etti?

Benim gördüğüm acı tablo şudur: Ankara’da köşe başlarını tutmuş; her biri bir polit(ikleştirilmiş)büroya yapışmış bürokratlar her devirde postları aralarında paylaşıyorlar. Hem baş döndürücü bir kıvraklıkla profesör yapılıp ertesi haftasına üniversiteye rektör yapıldığını da unutmadık, sayın yeni bakanımızın. Çalışmanın, alın terinin timsâli Hacı Bayram efendim, ne günlere kaldık bir bilsen! Allah, sonumuzu hayreylesin.

Bu memleket bu kafayla eğitimin mutfağından gelmeyen nice bakanlar görür mü, dersiniz? Ne avukatlar, işletmeciler, doktorlar, mühendisler istediler de hepsine verdik Milli Eğitim bakanlığını. Elektrik mühendisi eski bakanımız da artık mecliste milletvekili. Parlamentoda kendisine muvaffakiyetler dileriz.

Eğitim – öğretim sahasından bizzat bildiğim, yaşadığım somut bir anektod aktarayım izninizle. Türkiye’nin en başarılı, özel yetenekli çocuklarının özel bir sınavla alındığı bilim ve sanat merkezinde öğretmen olarak görev yaptım. Hâliyle, bu özel eğitim kurumlarının öğretmenleri de en iyileri arasından seçiliyordu. Çoğu yüksek lisansını ve hatta doktorasını yapmış; yayınlar – projeler yapmış öğretmenler.  Peki, bu kadar özel kurumların hepsinden sorumlu tutulan daire başkanı kimdi? İsime hiç gerek yok. Vasfını söyleyeyim, gerisini siz düşünün. Açıktan işletme okumuş, aslen “özel, önemli” bir şehirden (ipucu: Doğu Karadeniz’den bir yer) ve üstelik Ankara’da ikamet eden (şansa bakın!) eğitimle, pedagojiyle, akademiyle hiçbir gerçek bağlantısı olmayan birisini BİLSEM daire başkanı yaptılar. Bakanı eğitimci olmayan bir eğitim bakanlığının genel müdürü, daire başkanı … ne olur? İşte, bu daire başkanı gibi olur. Ondan sonra vay o eğitimin hâline!  

Sahi, Türkiye Cmuhuriyeti’nin temeli kültür müdür? Hangi kültür acaba? Özünü içimizden, Anadolu’muzun zenginliğinden ve dahi İslâm’ın yüceliğinden alan bir kültürümüzden bahsedebilir miyiz? Kültür işlerinin başına getirdiğimiz kişiler, bu alanda temayüz etmiş kişiler midir? Bir bakın, bakalım. Kültür ve sanat söz konusu olduğunda soruları çoğaltmak mümkün. Şahsen, kültür – medeniyet ve sanat konularına hem teorik hem de pratik sahada sürekli kafa yormuş bir tarihçiyim. Üzülerek görüyorum ki, bizim kültür anlayışımız kısa yoldan biraz para getirecek turizmden ibaret sanki. Ben kitabı, kütüphaneyi külfet olarak gören, müzeleri sıkıcı bulan nice “kültür” bürokratı gördüm maalesef.  

Burada da sözü kültür – turizm bakana getireceğim. Sanki bu ülkede başka kimse yokmuş gibi siz, büyük bir tur şirketi sahibi turizmci işadamını boyuna kültür bakanı yapıyorsanız, sizin gerçek bir kültür davanız yok demektir. Sözüm ona her şey dahil, ucuz, alelade turizm anlayışınızı da görüyor ve bizzat gezdiğim İspanya, İtalya ve hatta Yunanistan ve Hırvatistan gibi ülkelerin ne kadar erişinde kaldığınızı biliyorum. Bu durumda artık bakanlığın ismini: “Turizm ve Kültür Bakanlığı” yapın; ya da kültürü temelli çıkarıp atın. Oysaki, kültür derin, siyaset üstü, particilik dışında temel bir esas olarak değerlendirilmelidir. Bunu turizmci bakanımıza, ya da bilmem her biri vaktiyle filan kasabanın belediye başkanı olmuş siyasetçi il kültür müdürlerimize anlatabilir miyiz? Ya da onları atayanlara?

Sözü kültür gibi en can alıcı noktalardan biri olan hazine ve maliye işleriyle bağlayalım. Siz, ekonomide “yerli ve milli” hamlelerden bahsedeceksiniz. Küresel kapitalizmi kızdırır gibi yapacaksınız. Onların faiz ve enflasyon konusunda dünyaya ezberlettikleri sebep - sonuç ilkelerini tersinden okuyormuş gibi yapacaksınız.. ve haliyle ülkenin finans – ekonomi durumu zora girecek. Peki, sonra??

Küresel finans patronlarının “iyi” yetiştirdikleri elemanı alıp Hazine ve Maliye bakanı yapacaksınız! İşte, o diğer bakanlar gibi bakmayacak, emin olun! Sizi hükümet olarak, devlet olarak küresel sisteme muhkem bağlayacaktır. Dünkü Derviş neyse, bugünkü Mehmet öyledir. Onlar, içimizden alınıp kapitalizmin en tepe noktalarında eğitilmiş küresel finansın teknokratlarıdır. Bu onlara bir hakaret değil; ayan – beyan ortada olan bir hakikattır. Bunu hepimiz biliyoruz, kandırmayalım birbirimizi. Bütün bunlara rağmen içeride hâlen “yerli ve milli” nutuklara inananlar olacaktır, maalesef.

Tümüyle trajik sayılabilecek bu yazımıza biraz komik denilebilecek bir gerçek katalım: Malûm, sağlık bakanımız her zorluğa rağmen çalışkan, işinin ehli denilebilecek bir adamdı. Yaşadığımız pandemi gibi müthiş zor dönemlerde epey çalıştı, haliyle yıprandı adam. Vazifesini yapmış bir adamı dinlendirmek varken: “Sağlık osun!” dercesine boyuna çalıştırmak ve yine bakan olarak atamak doğru muydu? Yeniden bakan yapıldı. Memlekette doktor mu kalmadı, yoksa hepsi yurtdışına mı çıktı? Biz, tembelliğin hüküm sürdüğü bu diyarda çalışanı bir görmeyiverelim, yüklendikçe yüklenir; posasını çıkarırız. Oysa bu çetin sağlık işlerinin tepesine taze bir can getirilmeliydi.

Neyse, haydi gelin, berbat halimizin maskesini bir parça düşürebilecek bu berbat yazımızı sonlandırıp, sözü sözlerin en yücesine bırakalım.

Sahîh hadislerdendir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır: “Emâneti ehil olmayan ellere bıraktığınızda, işte o zaman kıyâmeti bekleyin artık”.

Ayet-i kerimedendir: “Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah da o toplumu değiştirmez”.

Rabb’imiz, bakanlara, bakanları görevlendirenlere ve cümlemize sadece bakmayı değil, görmeyi nasip eylesin! Sadece görmeyi de değil, hakkıyla iş yapmayı nasip eylesin!

Amîn! Amîn!

  DR.SALİH EROL