Siz hiç Ulucanlar Cezaevi’ne düştünüz mü? Ya da ziyaret ettiniz mi, mahkum yakını olarak?? Gerçi 2006’dan beri hapishane olarak kullanılmıyor. Fakat tam seksen bir yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin en nâmlı hapishanesi olarak faaliyet gösterdi. 19 Mayıs 2024 Pazar günü gittim ben. Sabah 10’da girip akşam 17’de çıktım. Bıraksalardı gece de kalacaktım tek başıma. O denli etkileyici bir mekân (daha doğrusu) zindan burası. İşkencelere, idamlara, tecrite ..v.s. binbir türlü lanet olsa uygulamalara maruz bırakılmış nice Ulucanların ruhları etkiliyor insan olan; bilen insanı ve ben de o etkilenen insanlardan biriyim işte.

Aslen Sivas Gürünlü şâir, eğitimci, ressam Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Ulucanlar hatırası ile başlamak istiyorum. Çünkü hem şiirleriyle beni derinden etkilemiş biridir ve hem de yukarıda seçtiğim yazı başlığı ona aittir. Şiirin daha sonra yapılmış şarkısı da meşhurdur. Bilhassa Ahmet Kaya’nın o tok sesinden dinlemeyi tercih ederim. Zaten sabah Ulucanlar’a girdiğimde dilimde ilk bu şiir-şarkı vardı: “Öyle bir yerdeyim ki.. Bir yanım mavi yosun, dalgalanır sularda.. Dostum dostum güzel dostum!.. Bu ne beter çizgidir bu; bu ne çıldırtan denge?.. Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe…”.

Ulucanlar’ın dile geldiği özel anlardan biridir bu şiir. Hasan Hüseyin’i bu hapishaneye attıran “suç” da öyle yenilir yutulur şey değildir! Peki neydi, suçu? 1960’larda “Kızılırmak” adlı şiir kitabı yayınlanınca: “Kızıl komünist” diye hemen içeri tıktılar. Hayatından yıllar çalarak. Bir de özel tarife uygulayarak, mahkumların: “Hilton koğuşu” diye adlandırdıklar ı(dört kişilik iki koğuştur burası ve devrin birçok aydını burada hapsedilmiştir) koğuşta tutuklu kalmıştır. Ahh, Hasan Hüseyin, senin ölümünden yıllar sonra Kızılırmak’ın tam üstünde, Sivas’ta, senin Kızılırmak kitabından şiirler okudum ben. Hem memlekete komünizm de gelmedi, okudum diye! Biz, şu talihsiz tarihimizde ne insanlar harcamışız; hem de boşu boşuna.. ve sanırım hâlen o illetten devlet ve toplum olarak tam kurtulabilmiş de değiliz. İnsan kazanmaktan çok; şucu – bucu diyerek harcamaya meyilliyiz.

Şimdi biz Ulucanlar Hapishanesi’nin kurumsal mâzisine biraz bakalım; orada yaşanmışlıklarla iç içe verelim bu 81 senelik tarihçeyi!

Yıl: 1924. Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulmuş. Başkent olarak belirlenen Ankara plansız, küçük bir kasabadır henüz. Şehri: “Asrî bir telakki” çerçevesinde yeniden inşa etmek gerek. Madem ki asrî bir başşehrimiz olacak: “Tevkifhâne” de asrî olmalı! Asrî şeyler, neredeyse tamamen “gâvur”dan çıkmıştır. O halde Ankara’nın modern şehrini yapacak olan da Charlotenburglu Mimar Carl Christopher Loercher olacaktır. İşte bu şahıs hemen getirilir ve kollarını sıvayarak başlar Cumhuriyet Ankara’sının ilk modern şehir planını yapmaya. O planın özenle seçilmiş bir yerinde Cebeci Tevkifhânesi kondurulmuştur. Bu tevkifhâne bizim bugün bildiğimiz Ulucanlar Cezaevi’nin tâ kendisidir.

Yıl: 1925. T.C.’nin ilk özel planlı hapishanesi hazırdır. Baş mimar Loercher, yer olarak Ankara Kalesi’nin doğusuna bakan şehir dışı bir tepeyi seçmiş ve hapishaneyi oraya kondurmuştur. Etrafındaki boş geniş arazilerde mahkumlar, güyâ toplum yararına çalıştırılacaktır.

Tutuksuz, mahkûmsuz hapishâne olmaz ya; burası da kısa bir süre içinde ilk tutuklu ve mahkûmlarına kavuşur. Adli vakaları bir tarafa bırakırsak, Ulucanlar’ı derinden yaralayacak ilk siyasi idam vakası daha açılmasının üzerinden bir sene geçmemişken yaşanır. 1925’te: “Şapka Devrimi” yapılmıştır. Bunun kötü bir Frenk taklitçiliği olduğunu söyleyen Fatih Medresesi eski müderrislerinden (İskilipli) Atıf Hoca ve birçok eski sarıklılar tutuklanır. Atıf Hoca ile Babaeski müftülerinden Ali Rıza hocalar, 1926’nın soğuk bir Şubat gününde asılırlar. Ulucanlar o gün bir başka buz kesmiştir. Kim ne derse desin, idam edilen hocalar daha önceki yıllarda ne yapmış olursa olsun, bu orantısız şiddetli ceza, Cumhuriyetin ilk cürmü olarak kayıtlara düşmüştür.

Bir kere adalet terazisini keyfi sarsmaya başladınız mı gerisi geliyor maalesef. Cürüm cürmü çeker! 1926’da Ulucanlar’da idam edilen tek siyasi tutuklular adı geçen hocalar olmayacaktır. “Mürtecilere” gözdağı verildikten sonra sıra İttihatçı avına gelmiştir. Bunlar yaman, tehlikeli adamlardır. Mesela, içlerinde 1872 Selanik doğumlu Dr. Nazım Bey var ki, hayatında tam üç farklı devirde (1902, 1919 ve en son 1926’da) idam hükmü giymiş; ilk ikisini mucizevî maceralarla atlatabilmiş kurt adamdır. Doktorluğu dünyaca ünlü üniversitelerden Sorbonne Tıp’tandır. Diğer dört idamlık arkadaşıyla birlikte 1926’da tutuklanarak Ulucanlar’a konulmuş; Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde “yargılanmış” ve 28 Ağustos 1926 sabahı idam edilmiştir.

Aynı sabah eski Maliye nazırlarından Cavid Bey de idam edilmişti. O ekonomi profesörü, minik cüsseli, bir zamanların dış kredi bulma dâhisi, nazik Cavid Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya suikast gibi kaba ve çok tehlikeli bir tertibin içinde nasıl olabilir ki? İstiklâl mahkemelerinin ali kıran baş kesen üyeleri olarak görev yapan ali’lerin umurunda mı peki? Değil! Onlar, Cavid’den huy kapmış ve onu idam etmeyi kafalarına çoktan koymuşlardır bir kere. Yıllar sonra Cavid Bey’in oğlu Şiar Yalçın verdiği bir röportajda şöyle demişti: “Annem dindâr bir kadındı. Babamın idamından sonra kendini dine daha da kaptırdı. Fakat bir gün eve girdiğimde şok edici bir durumla karşılaştım. Evet, yanlış görmüyorum: Annem şampanya patlatmış, içiyor. Ne oluyor? dedim. –Bugün benim en mutlu günüm- dedi. O gün 10 Kasım 1938’di. Kocasını idam ettiren can düşmanı Atatürk’ün öldüğü gün yâni!

Milli mücadelenin en zor günlerinde Ankara valiliği yapmış Abdülkadir Bey için Ulucanlar’da mahkum olmak kim bilir, ne kadar ağır gelmiştir? 1881 doğumlu, Gaziantepli Gazi Abdülkadir, Harbiyelidir. Harbiden İttihatçı bir fedaidir. Balkan, Harbi umumi ve Milli Mücedele’de bulunmuştur. Kemal Tahir’in Kurt Kanunu romanına ilham vermiş adamlardan biridir Abdülkadir ve kurtlukta düşeni yemek kanundur. Bir zamanlar yol arkadaşı olan Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu Cumhuriyette Abdülkadir, suikast girişimi iddiasıyla tutuklanmış ve Ulucanlar’ın yitik canlar kervanına ilk katılanlardan olmuştur. Ulucanları anlatan yazımızın bu ilk bölümünü 1926 idamlıklarından Hilmi Bey’in son sözü ile bağlayalım: “Vazifenizi yapınız; beni asanlara hakkımı helâl ediyorum. Allah’a ısmarladık”.

DR.SALİH EROL