*Bölüm 1*

    Sevdanın kanatlarına konan kelebek düşlü bir rüyanın sarsıcı titremeleri içinde terler dökülürken alnımdan uyandım. Ve sonra gerçekler… Gerçekler soğuk bir tokat gibi genzimi yaktı. Odanın leş gibi kokusu burnumdaki işkencesine kaldığı yerden devam ediyor yine. Allah Kahretsin… Her yer ne kadar da karanlık böyle…

    Işık, nasıl bir şeydi ki…

-Lanet olası şerefsizler! Şerefsizler! Ulan ne yapabilirim ki be kaçmak için buradan… Birde ellerimi, ayaklarımı bağlı tutuyorsunuz ki…

    Allah’ım aklıma mukayyet ol. Çıldıracağım… Bir ışığın gözlerimi okşamasını istiyorum. Sahi ışık nasıl bir renkti... Yoksa yoksa sadece bu siyah mı var gerçekte yalnızca… Yalnızca siyah… Yok, be delirme Bozyiğit… Kendine gel lan… Onlarında istediği bu…

    Kaç gün geçti ki… Kaç ay? Ya da kaç yıl… Saatler mi yoksa? Yesil Dedem ne derdi? “Gök Uluç mavi has bet-i şanında, göğem’e çalsa da ten, düş’ü hicabı hal, göğem düşün, derdine galebe çal!”

     Eyvallah… Rabbimden gufran dilerim… Yüreğim güftesinde gurbet yârim… Yaramdan derindir göğem’e olan hal’i hasletim… İsmin dilimde nedir bilmem de… Yüreğim dilinde sana Gülafet derim… Okkalı sevda kelamı edemez dilim. Bilirim… Ama yüreğim dolduran nemin tufanının delisiyim…

      Şu kahrolası postal sesleri yine at toynağı gibi… Dolapçı beygiri gibi, kişniyor duvarlarda… Yatağım! Ulan yatağım yok ki benim.

-Hey gardiyan bozuntusu, keçi dişli, at toynağı…

-…

-Sana diyorum, kişnek bulgur saplı, tuvalet pisliği. Hey… Çöz şu elimi de… Çişimi edem ulan.

    Bozyiğit’in her yanı kan içinde, yarı çıplak ıslak zeminde elleri ve ayakları bağlı çırpınıp bağırırken dışardan gelen koşar adımlı postal sesleri tam onun kapısının önünde durur. Gırtlaklarından gelen boğuk sesli birkaç adamın homurtusu mahzenin koridorunda ve hücrenin duvarlarında çınlarken, demir kapı gıcırtıyla açılır. Koridordan gelen cılız kırmızı alev ışığı önündeki bu iri cüsseli gövdeli adamlar ellerindeki sopalarla Bozyiğit’in bir deri bir kemik kalmış vücuduna acımasızca vurmaya başlarlar. Bozyiğit, vücuduna inen darbelere aldırmadan, acı hissetmez gibi, gülerek Yesil dedesine seslenir.

-Hah, hah, ha. Bozkuş, baykuş, iti, inciği, piçi… Demişti Yesil dedem. Hah, hah, ha… Ul mabut yüreğin mağrurda kuvvet şahın, nağmında dermi derdan olana, germik ayran etlerin, kırılası kemiklerin, iliklerinden dem-i kan od-u nar, yüklenirken bedenin gül… Hah, hah, ha… Ne eli mağrur eder ne ayağı, düşmanın ipi, ruhun payende-i Makber-i Ravza… Vur ula vur. Deyyus.

    Birden kapıda bir çavuş belirir. Üç gardiyana bağırır (Arapça)

-Durun hele salaklar. Ölecek yoksa!

Gardiyanın en irisi. (Arapça)

-Mahrebuk Beyim. Ölsün zaten. Konuşacağı falan yok. Günlerdir sopalıyoz. Bir ah demedi. Şu kadar zaman geçti. Bir de bizimle dalga geçiyor. Dışkısının kokusu tüm zindanda… Bu manyak ya. Valla manyak. Bu kokudan da etkilenmiyor. Ellerinde, ayaklarında sağlam kemikte kalmadı. Kanının kokusuna, etine, sülükler yapıştı. Üstünü soyduk. Yok. Fareler geliyor bunu yemeğe. Eli ayağı bağlı. O canlı canlı dişleri ile parçalayıp diri diri fareleri de yiyor midesiz. Su bile vermiyoz. Kendi sidiğini içiyor.

***

(Devam Edecek)

Eyvallah

Bekir AYDOĞAN