Çürüyen meyvelere yapabileceğimiz hiç bir şey yoktur. Çürüyen kısmı temizlemekten başka! Çürük meyveler sağlam meyvelerle bir arada aynı tabakta, sepette bir süre birlikte olurlarsa, diğer meyveler de hızla çürür. Hele birbirine değerlerse, yanyana olurlarsa...Sonunda tek sağlam meyve kalmaz! Bu yüzden işini bilen manavlar hergün meyve sandıklarını elden geçirir, çürüyenleri atarlar.

Yabancı bir dile boyun eğmiş, gericilere kul olmuş, misyoner öğretmenlerce de elimizden tamamen alınacak eğitimi, bağımlı olmuş yargıyı, çürümüş devlet kurumlarımızı ilerde böyle temizlememiz gerekecek... Satılan savılan kurumlarımızı, fabrikalarımızı, topraklarımızı da yabancılardan, küresel sermayeden geri almak gerekecek... Atatürk Cumhuriyetini, böylece yeniden yaşatmak...

Ayrık otuna da bir kez kandık mı işimiz çok zordur ama ümitsiz de değildir...Bunun için de elbirliği etmek, birlik beraberlik içinde olmamız gereklidir. Ayrık otlarının iyice temizlenmesi gerektiğinde de anlaşmamız şarttır...

Siz hiç bir örümcek durduğu yerde nasıl avını yakalıyor izlediniz mi? Yakınından geçen sineği, arıyı, böceği görünmeyen ağlarıyla sarar. Bir tarafından yakaladı mı avını, gerisi kolaydır. Sarar, sarar, kımıldayamaz hale getirir onu...Gerisi artık keyfine kalmıştır, ne zaman canı isterse o zaman yer.

Örümceğin ağından kurtulan koskocaman bir balarısını izlemiştik çocuklarla yıllar önce. Koş anne, arı kurtuluyor! diye seslenmişti oğlum. Nefes almaktan bile korkarak savaşı izlemiştik.

Arı ağlara yakalanmış, işi bitmişmiş gibi öyle bir süre kımıldamamış, güç toplamış, sonra örümceğin işi gevşetmesinden de yararlanarak kendini kenara atıvermişti. Az sonra da uçmuş gitmişti...

Kedi, yere konan kuşa, kuşun dalgınlığından, aymazlığından ve belki de onun çevresine güvenerek tedbir almamasından yararlanıp pençe atar. Bakarsınız kuş kedinin elinde oyuncak olmuş. Kedi kuşu havaya atıp atıp tutuyor. Pençesini tam geçirmeden oyunun tadını çıkarıyor...Kuş ölmüş gibi hareketsiz duruyor yerde, kedinin pençelerinin arasında...Ama o da ne kuş birden „pırrr..." diye fırlayıp gökyüzünün yücelerine uçuvermez mi? Meğer ölü taklidi yaparmış...

Bir anne düşünün, evladı kötü bir evlilik yapmış, kızı veya oğlu kandırılmış veya başlarında gençlik rüzgarı esmiş bu gençlerin, bir yalan rüzgarına kapılmışlar, ardından gitmişler bir bilinmeyenin...Aldatılmışlar...Gözleri bağlanmış...

Analarını atalarını dinlememişler...Köklerini unutmuşlar... Biz anneler, vatanımızı evladımız olarak görüyoruz, bu yüzden acı çekiyoruz, hiç abartmıyorum, çocuğundan koparılmış, çocukları öksüz ve yetim bırakılmış anneler gibiyiz...

Yüreği yanık, bağrı dağlanmış...Ama çaresizliği içine hiç mi hiç sindirememiş, kendine yedirememiş bir anneyiz... Evlatları esir alınmış anneler...Artık ne gülmesi gülme, ne sevinci sevinç olan anneler... Aklı, gözü gönlü hep evladında olan...

Acaba ne yapıyor? Kendini koruyabilecek mi? Bu günleri atlatabilecek mi? Yeniden ayaklarının üstüne basabilecek mi? Yeniden dönebilecek mi eski günlerine? Eteklerine bağlanan taşları, sırtına yüklenen yükleri atabilecek mi iş işten geçmeden...

Kurtulabilecek mi üstüne çullanan belalardan? En önemlisi, başına gelenlerin, gitmemek üzere başına geçenlerin, "felaketi" olduğunu anlayabilecek mi, henüz vakit varken? Uyanacak mı, gözünü açacak mı? Bölücülere ve işbirlikçilerine hakettikleri tokadı atacak mı? Dur diyecek mi?

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1929 yılında, Yalova'da Millet Çiftliği'ndeki dev bir çınar ağacının dallarını kesilmekten kurtarmış , ağacın kesilmesi yerine, yeni yaptırılan köşkün biraz öteye taşınmasını emretmiştir. Bunun nedenini soranlara şöyle dediği söylenir: "Ağaç çınardır. Çınar ise devlet!"

Bu ağacı kesmeye kalkana da: " Sen hayatında hiç böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki kesmeye muktedir görüyorsun kendini ?"diye çıkışmıştır.

(DEVAM EDECEK)