23 yaşındaki Tuncel Kurtiz'in işi İstanbul'da birkaç semtin ışıklarını kontrol etmekti. Sönük sokak lambaları varsa, bunları belediyeye bildirecekti. Artık, hep yukarılara bakmaya başlamıştı. Hangi ışık sönükse görüyordu. Ancak, bir ışık onun için oldukça önemliydi.

Bebek'ten İnşirah Yokuşu'na çıkarken çalıların arasında, alçakça bir yerde bir ışık vardı. O lamba hep sönüktü. O da hep rapor ederdi.

İki günde bir ışık takılırdı. Sonra yine bakardı ışık yok... Anlamıştı ki burası aşıkların köşesiydi.

Buraya gelenler; bu ışıktan rahatsız olmaktaydı. Ancak, o bu ışığı raporuna yazmaya mecburdu. Birinci gün, ikinci gün, üçücü gün geçer, ışık hep yanar.

'Artık aşıklar gelmiyor galiba...' demişti. 'Ayrıldılar mı?' diye tedirgin olmuştu. İlk kez o gün eline bir taş alıp ışığı kendisi kırmıştı.

Neden mi?

Çünkü kendisi de aşıktı o günlerde. Çünkü, aşk karanlığı severdi.

SEVDİKLERİMİZ DOKUNDUĞUNDA İYİLEŞİRİZ

Hayatımızı sevdiğimiz insanlarla geçiremeyeceksek niye yaşıyoruz? Onlara sarılmak için özel günlerin gelmesini bekleyeceksek yaşamanın anlamı ne?

Geçip giden her an bir anı ve mutlu anılar biriktirerek yaşamaktan daha önemli bir şey yok. Her şeyi, herkesi yitirdikten sonra o anlar kalıyor. Geçip giden koca bir hayatın tek tesellisi parmaklarınla toplayabildiğin hatıralar, hepsi o kadar. Güzel anıların yoksa dünyanın tapusu üzerine olsa ne olur ki?

Ne bütün gün ısıtıp içinde oturamadığımız evlere, ne üzerinde oturup eskitemediğimiz koltuklara sahip olmanın bir anlamı var. Özleyecek bir kokun, kolun kanadın kırıldığında bütün yükünü bırakacağın bir kucağın olmadıktan sonra parayla aldıklarını ne yapacaksın? Sevdiklerimiz dokunduğunda iyileşiriz..