Salih Erol yazdı

Hangi işin? diye soracak olursanız; “Her işin” derim. Yapılacak bir iş mi var; araştırıp o işin erbabını bulacak ve işi ona yaptıracağız. Erbab, işi yapacak ehil kimse demektir. Liyakat sahibi kişi yâni. Peki, biz bu güzel memlekette böyle mi yapıyoruz? “Evet” demeyi ne çok isterdim! Tecrübelerim, gözlemlerim bana aksini gösteriyor. Mesela, memleketin en özel yetenekli çocuklarını topladığımız merkezden sorumlu daire başkanının eğitimci formasyonuna sahip olmayan kişi olduğunu gördüm ben. Bunun gibi onlarca örnek verebilirim, sadece kendi yaşadıklarımdan. 

Elliye merdiven dayadığımız şu hayatta, çevreme baktığımda görüyorum ki, maalesef erbabı, ihtisası, liyakati bırakmışız. İşi – hem de kamu işini -  akrabamıza, hemşehrimize, partidaşımıza, aynı tarikat ya da cemaatte olduğumuz kişilere, torpile başvuranlara … kısacası bu türden uygunsuz herkese vermişiz de erbaba, uzmana, lâyık olana vermemişiz. Bizde bir de sorsalar torpilciye, rüşvetçiye, kayırmacıya: “İşler, ehil olmayanlara verildiği zaman, işte, kıyamet o zamandır” diyen peygamberin ümmetinden olduklarını söylerler. Bu nasıl iştir Allah’ım? Hem emaneti ehline verme, hem de Müslümanlıktan dem vur!

 Âyînesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Hâlimiz ortada.

Tarihten sayısız misallerle görmüşüz ki, liyakatliyi, erbabı arayıp bulduğumuz ve işin başına getirdiğimiz zamanlarda yükselmişiz; bunu göz ardı ettiğimiz zamanlarda ise dibe batmışız. Bakın, ben size o dip zamanların bir tanesinden kısaca bahsedeyim!

Yıl: 1656. Koca Osmanlı Devleti’nde padişah ve anası aylarca yana yakıla arıyorlar da sadrazamlığı kabul edecek aklı başında bir adam bulamıyorlar. Neden mi? Çünkü aklı başında, işin erbabı insanlar yıllarca kıyıma uğratılmışlar da ondan. Hâl böyle olunca kalan son birkaç akıllı da devletten uzaklaşmış, kendi köşelerine çekilmiş ve sadrazamlık bile istemez olmuşlardır.

Neyse, Allah’tan Köprülü Mehmet Paşa sadrazamlığı kabul ediyor da dumura uğramış devlet gemisi birazcık düzelebiliyor. Köprülünün padişahtan ilk isteği, daha doğrusu ilk şartı, neydi biliyor musunuz? Söyleyeyim: İşin erbabı olan kişileri makamlara getirmek ve getirdiği kişilere yetkisiz kimselerin karışmasına izin verilmemesi. Ne kadar da yerinde ve masum bir istek değil mi? Günümüzde bir makama getirilenler, kendilerini o makama getiren üst merciye dönüp, ön şart olarak: “ Bana uygunsuz tekliflerle sizden dahi olsa kimse gelmesin! Kabul etmem” diyebiliyor mu? Bunu diyebildiğimiz gün, yeniden yükselişe geçeceğimiz gün olacaktır. Tıpkı Köprülünün Padişaha dediği gibi! İşinin erbabı değilse, oraya kayırmacılıkla gelmişse diyemez tabi.

Erbab, liyakat bahsini ibretlik bir kıssayla kapatalım!

Ragıp Mehmed Paşa’yı duydunuz mu hiç? Hey, Koca Ragıp Paşa! Mevlâ’nın rahmeti her dâim üzerinde olsun! Ragıp Paşa, 1750’lerin o muhteşem devlet adamı, bizde erbab arayanların sonuncularındandır belki de. İlim, irfan, idrak, izan..gibi güzel hasletlerle donanmış ehil bir devlet adamıdır. İstanbul’un orta yerine herkese açık büyük bir kütüphane kurmuştur. Daha önce onun gibi yapan devlet adamı yok gibidir.

Erbab olan erbab arar azizim. İyiler, iyileri; eğriler eğrileri; kötüler kötüleri arar, bulur.

Sadrazam Ragıp Paşa, bir gün konağında ikindi divanını kurmuş memleket sorunlarına çözüm bulmaya çalışırken, hocalardan biri içeri girer. Bir maruzatı olduğunu söyler. Paşa, bu hoca geçinen kişinin pek de kifayetli biri olmadığını; ayarsızlığını bilir bilmesine. Yine de divanı halka açık olduğundan dolayı onu dinlememek olmaz. Derken, hoca huzura yaklaşır ve maruzatını şöyle açıklar: “Paşam, ben hacca gitmek isterim, lâkin, akçem yeterli değildir. Bana destek olun da hacca gideyim”! Bu biraz tuhaf istek karşısında cömert Ragıp Paşa, hazinedarına işaret verir ve hemen bir kese akçe getirilir. “Buyur hoca, al bu keseyi, var git hacca” der cömert paşamız. Ummadık servet bulmuş Mağribî gibi sevinen hoca: “Var olun Paşa hazretleri! İnşaallah, Hacc’da size bol bol dua edeceğim” deyip gitmek üzere iken, Ragıp Paşa birden yerinden fırlar ve: “Biraz dur, hoca!” diyerek hocayı durdurur. Ardından hazinedarına bir kese daha akçe getirmesini emreder. Hazinedar koşup keseyi getirir. Ragıp Paşa, bu keseyi de hocanın avucuna sıkıştırır ve acayip bir istekte bulunur: “Hoca, sana fazladan bir kese daha akçe veriyorum. Yalnız, şurada yemin et ki bana Haccda dua etmeyecek ve hatta adımı dahi ağzına almayacaksın, tamam mı?.

Divandaki herkes buzz kesmiş; donakalmıştır adeta. Acaba bu akıllılar akıllısı Ragıp Paşa aklını mı kaybetti? İnsanlar, Hacca gitmiş kişilerden özellikle dua isterken, o dua etmemesi için hocaya fazladan para verir ve yemin ettirir. Hoca da şaşırmıştır ama yine de canına minnet, fazladan parasına sıkıca yapışmış ve dua etmeyeceğine de hemen yemin ederek oradan sıvışıverir.

İşte, bu tuhaf hikâyenin can alıcı kısmına geldik. Ragıp Paşa, onu şaşkın bakışlarla izleyenlere döner ve şöyle der: “Efendiler, benim az önceki tavrım hepinize pek tuhaf geldi, farkındayım. Peki, ben neden böyle yaptım? Çünkü bu adam, çoğunuzun bildiği gibi pek dengesiz, tutarsız hoca kılıklı biridir. Maazallah şimdi gider de duâların ziyadesiyle makbul olduğu o diyarlarda benim için dua diye bir şeyler söylemeye kalkışır ki, bir bakarsın, ettiği aslında bedduadır. O yüzden en iyisi benim için hiçbir şey dememesidir”.

İşte, böyle kıymetli okurlar! Mademki erbablık üzerine bir konu açtık. Sözü şöyle bağlayalım: Duâyı dahi erbabına yaptırmak gerekir. Erbâbı olmayanın elinde, dilinde dua dahi beddua olur! Kişinin berbadına sebep olur, Allah muhafaza!

Ne diyelim? Her işin – duanın bile – erbabını aramak, onu bulmak lâzım. Vesselâm!