Osmanlı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir devletti. Hâni, eski tabirle söyleyecek olursak: “ Nev’-i şahsına münhasır” bir devletti,  Devlet-i âliye-i Osmânîye. Bunu sadece olumlu ya da sadece olumsuz anlamda söylemiyorum. Her iki anlamda da söyleyebilirsiniz.

Töre, şeriat, alınan yerlerin idari ve toplumsal özellikleri… gibi bütün unsurları kullanarak değişik bir karışım ortaya çıkarmıştı Osmanlı devleti. Bu devlet, İslâmı algılayış ve yaşayış biçiminde de kendine özgü özelliklere sahipti.

Meselâ, İslâm’ın aslında “Ücreti mukâbilinde duâ” diye bir şey asla söz konusu bile olamaz. Aşağıda somut örneklerini vereceğimiz gibi, pekâlâ Osmanlı devletinde maaşlı duâcılar bile bulunabiliyordu. Üst düzey devlet adamları ve hatta padişah bile açıkça duâ etmeleri için şeyh efendilere para veriyorlardı.

Oysa ki, duâ kişinin samimi bir şekilde ve hiç kimseden ücret falan beklemeden, Yaradan’a yakarışıdır.

Şimdi, isterseniz, somut birkaç belge özelinde konumuzu somutlaştıralım:

Tarihçilerin üstâdı Halil İnalcık hocamız “Devlet-i âliye” adlı eserinin 3. cildinde diyor ki: “IV. Mehmed döneminde devlet hazinesinde maaş olan ve sayıları bini geçen duâcı sınıfı vardı. Bunlar, sadece duâ ediyor diye hazineden yüklü para alırlardı. Dönemin defterdarı, devletin bütçesini rahatlatmak için bunların maaşlarını kesmeye kalkışınca görevinden azledilmişti”. Buyurun, 1650’li yılların başından Osmanlıdan bir manzara: Devletten maaş alan duâcı takımı, bir ordu kadar kalabalık. Sürüsüne bereket!

Bizim bu yazımızda kullanacağımız asıl belgeler ise henüz yayımlanmamış arşiv belgelerinden oluşuyor ve daha vahim! Önce, Osmanlı Devletinin Bursalı zenginlerden nasıl borç para aldığını; sonra da aldığı borcun bir bölümünü Bursalı şeyh efendilere nasıl yedirdiğini ve onlardan “Hayır duâ” istediğini anlatalım.

Olay şöyle gelişiyor:

1780’li yılların sonlarına doğru Osmanlı Devleti, hem Rusya ile ve hem de Avusturya ile savaşmak zorunda kalıyor. Tarih kitaplarından pek bilindik bir konu olan bu savaşın ayrıntısına girmeden şunu belirtelim ki; savaş esnasında hazine boşalıyor. Acilen para lâzım!!

İşte, böyle sıkışık bir anda devletin aklına Bursalı zenginlerden borç para istemek geliyor. Daha önceleri devlet her sıkıştığında olağanüstü vergilere başvurmaktaydı ama böyle “Borç” adı altında taşradan para istemek yoluna pek gitmemişti. Bir örneğini ekte vereceğimiz arşiv belgesinde özetle deniyor ki; Bursa ahalisinden servet sahibi olanlardan “Cihâd masraflarına yardım şeklinde” borç para istenmelidir. Borcun öngörülen ödeme tarihi de tam Osmanlı işidir: “Allah nasip ederse, ileride ödenmek üzere”! Bir de devlet burada acayip bir uçkağıda kaçıyor, o da şöyle: “İhtiyacımız beş yüz kese akçe kadardır ama şimdi o kadar istesek Bursalılar indirim için rica ederler. En iyisi 900 kese isteyelim, indirim isterlerse 500’e indiririz”.

Bakar mısınız, devletin kurnazlığına! Zavallı Bursam!!

Dönemin padişahı I. Abdülhamid (1774-1789) böyle bir borç istemenin câiz olup olmadığının şeyhülislamdan sorulmasını istemekle biraz merhametli davranmış doğrusu. Şeyhülislam hemen, şak diye, vermiş onayı: “Böyle sıkışık zamanda borç istemekte bir sakınca yoktur” diyerek.

Bursa’dan borç almayı kafasına koyan devlet, Bursa’nın mevcut ekonomik durumunu şehrin ileri gelenlerinden birinden özel olarak sormuş. Devletle Bursalı zenginleri buluşturacak olan bu kişi Cizyedarzâde Hüseyin Efendi’nin oğlu Bahaeddin Efendi’dir.

Elimizde Bahaeddin’in İstanbul’a gönderdiği rapor mevcuttur. Diyor ki bu zat: “Bursa’da sanıldığı kadar öyle devlete borç verecek kadar zengin çok kişi yoktur. Hacı Hasan Efendi’yi saymazsak tabi. Bursa’nın en zenginlerinden olan bu zât 100 kese vermeyi taahhüt etmiştir. Diğerlerinden hiç biri onun yarısı kadar bile taahüte yanaşmıyor”. Sonuçta Bahaeddin Efendi, kimin ne kadar vereceğine dair bir liste sunuyor ve devlet böylece Bursa’dan borcu alıyor. Bu alacak – verecek olayı için görevlendirilen kişi ise aslen İznikli bir devlet adamı Kapıcıbaşı Ali Bey’dir.

Şimdi devletin borç alma bahsini kapatıp, gelelim hikâyemizin ikinci kısmına!

İkinci ve son bölümümüzde devletin, Bursa’dan aldığı borç parayla Bursalı şeyhlerin duâsını nasıl satın almaya kalkıştığını belgesiyle açıklayalım. Bilindiği üzere, Bursa’da tarikatlar ve dergâhlar (tekke ve zaviyeler) boldur. Bunların başında şeyh efendiler bulunmaktadır. Bu efendiler, kendi dergâhlarında hanedanlıklar kurmuş olup, şeyhliği babadan oğula geçen bir saltanata çevirmişlerdir. Devlete vergi vermek, sefere katılmak şöyle dursun; duâlarını bile ücreti mukabilinde yapmaktadırlar.

Bu enteresan duâ – para alış – verişinde de karşımıza yine Bahaeddin Efendi çıkıyor. Kendisi de müderris, yani bir din adamı sayılır. Şeyhlere dağıtılacak olan para ona veriliyor; o da bölüştürüyor. Müslüman askerlerin (Osmanlı ordusunun) zafer kazanmaları ve düşmanlarının kahrolması için duâ edilmesi isteniyor. Bu amaç doğrultusunda padişahın izniyle Bursa’da tekkelere para gönderiliyor. O dönem için büyük bir meblağ sayılabilecek olan toplam 601 kuruş tekkelere gitmiş oluyor.

Belgede Bahaddin Efendi’nin bu mühim vazifeyi yerine getirdiği belirtilmiştir. Durum padişaha arz edilmiştir. Durumu haber alan padişah belgenin üzerine kısa bir not düşmüştür. Bu notta: “Kaymakam Paşa!  Tekkelere tenbih edesin! Tevhid etsinler” diyerek, tekkelerin aynı şekilde duâ etmesini istemiştir.

Sonucu tahmin etmek zor olmasa gerek! Parayla edilen duânın hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Savaş, disiplinle, teknikle kazanılır. Bunların yerine çareyi duâda arayan Osmanlı elbette yenilecekti ve yenildi. Bir tarihçi olarak ibretle ve itiraf edeyim keyifle çalıştığım Osmanlı, dediğim gibi eşi, benzeri olmayan bir devletti.

Bir başka yazıda buluşmak dileğiyle. Duâlarınızı esirgemeyin ama ücret istemeye de kalkışmayın. Bakınız biz yazdığımız çoğu yazıdan bile, hakkımız olan ücreti alamıyoruz. Sağ olsunlar, kimse de düşünüp vermiyor emeğimizin karşılığını. Canımız sağ olsun.

DR. SALİH EROL