Ali Kurnaz yazdı

Sühreverdî, İslâm’ın Altın Çağının son parlak yıllarında –12. Yüzyıl, Rüşd’ün ölümüne takriben– yaşamış ve daha otuz yedi yaşında dönemin dini otoritelerince idam edilmiş bir İranlı-Azeri (Farklı iddialar mevcuttur) bir düşünürdür.

Fakat daha otuz yedi yaşında idam edilmiş bu genç âlimin düşünceleri ne bizim felsefe kitaplarımızda ne de üniversitelerimizde bilinmektedir yahut değerine değinilmektedir.

Ölümü çok trajik olan bu düşünür, dünya akademisinde de yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun sebeplerine değineceğiz tabii ki fakat bunları anlamak için öncelikle onun düşüncesinin muhtevasını incelemek gerekmektedir.

Sühreverdî’nin eşsiz fikriyatını bu köşe yaşımızda tam teşekküllü bir biçimde ele almak pek güç bir çabadır. Bundan mütevellit, bu köşe yazım Sühreverdî’yi tam anlamıyla tanımak ve benimsemek için yeterli bir kaynak özelliği teşkil etmemektedir. Fakat genel anlamıyla Sühreverdî’nin felsefi düşüncesi, İşrak yani aydınlanma-keşif üzerine kuruludur.

 Kâfir, Arapçada “Çiftçi” demektir; çiftçi, tohumların üstüne örtendir yani Kâfir, hakikatin üstünü örtendir. Sühreverdî’nin en temel çabası da bu noktada başlar, kâfirin hakikatin anlamı üzerine attığı toprağı eşeleyip tohumu yani hakikati aydınlığa kavuşturmaktır onun yegâne amacı.

Bu en temel gayenin yanı sıra Sühreverdî’nin bir diğer problemi de meşru konjonktürdü. En büyük çağdaşı Rüşd’ün ölümüyle özgür düşünce ortamı neredeyse sonlanmıştı. Bunların yanı sıra iç savaşlar, politik boşluk, Moğol istilaları ve devletlerin gücünü yitirmesi İslâm’ın Altın Çağının bitişinin habercileriydi.

Sühreverdî, 1000-1500 arasındaki İslâm Düşünürleri gibi bu tıkanıklığı açmak için bir sistem geliştirmişti ki bu da bahsedilen İşrak ilmiydi. Yani bu bağlamda Sühreverdî’nin bir terminoloji filozofu olduğunu söylemekte pek haksız sayılmayız.

Sühreverdî’nin düşüncesinin bir diğer önemli hususu büyük portreyi yani Doğu-Batı düşüncesini; Ruh-Beden Düalizmi bağlamında yorumlayabilme yetisidir.

 Sühreverdî’nin bu yaptığını Heinrich Heine Almanya’da Din ve Felsefe Tarihi adlı eserinde fark edecek ve Ruh-Beden Düalizminde Beden ile Batıyı özdeşleştirip yaklaşan tehlikeyi anlatacak; Heidegger ve Hegel de fark edip Japon-Çin Felsefelerine yönelecek, Batı’nın Ontolojik Buhranından bir çıkış kapısı arayacaktır.

 Nietzsche’de Deccal adlı eserinin sonunda Doğu-Batı kavramsallaştırmasını bu Ontik Mesele üzerinden yapacaktır. Yani aslında Sühreverdi’nin yaptığı bu Doğu-Batı mukayesesi, felsefenin en canlı ve en mühim konusudur.

Sühreverdî’nin değineceğimiz son hususu ise Varlığa dair soruşturmasıdır. Öncelikle, “Varlık Sorusu Neden Önemli?” diyecek olursanız sorunuzda çok haklısınız zira pratiğe inmeyen bir felsefe anlamdan noksandır. Ontoloji yani Varlık Felsefesi pek soyut bir alan gibi dursa dahi aslında pek somuttur.

Var olan ve anlamıyla ilgilenmek aslında bizim bütün varlık hiyerarşimizi ortaya koyar. Batının ontolojisinin piramidinde en üstte her daim “kendi insaniyetleri” olduğu için tarih, onların katliamlarıyla dolu bir haldedir.

Ontolojiyi somut bir hale getirdiğimize göre devam edebiliriz ki Sühreverdî de varlığı soyut bir kavrayıştan somut bir alana çekme gayesindedir.

Devam edecek