İnsan olmanın en tabii sonuçlarından biri, kötülüklerin kökten kurutulmadığı bir toplumun insan toplumu olarak ortada olmasıdır. Kötülüklerin ve kötülerin bulunmadığı bir toplum hayal etmek bile mümkün değildir. İyi düşünülmesi durumunda Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Medine'de tesis ettiği o muhteşem medeniyet merkezinde bile kötülükler kökten yok olmamıştı.
Kur'an'dan izlediğimiz kadarı ile dahi, kötülükler ve kötüler Medine sokaklarında dolaşabiliyorlardı. Çünkü Medine'deki medeniyet, meleklerden oluşan ve insanın fıtratının değiştirildiği bir medeniyet değildi. Suni bir görüntü ile kötülükler ve kötüler bir süreliğine kaldırılabilir ama kökten imha edilmesi kağıt üzerinde bile zor tasarlanabilir.
Bunun için kitabımız Kur'an ve sevgili Peygamber aleyhisselam efendimizin Sünnet'i ile önümüze konan çalışma düzeninde kötülüklerle mücadele vardır. Dışarıdakiler ve içeridekiler olmak üzere iki gruba ayrılabilecek kötüler, her halükarda bulunacaktır. İyiler, en az kötüler kadar aktif olmadıkça da kötüler ses çıkaracak, iyilerin huzurunu kaçırabileceklerdir. Müslüman olmak, Müslümanlığı iyi yaşamak dağa çekilmek, insanlardan uzak bir ortamda kulluk yapmak değildir. Sadece iyilerin bulunduğu bir tekkede yaşamak da iyi Müslüman olmanın gereği veya doğası değildir. Mikropların da bulunduğu ortamda sağlıklı bir hayat yaşamak gibi, kötülere rağmen iyiler olarak iyiliğin gücünü ispat eden bir çalışma içinde bulunmak ve iyiliği kötülüğe üstün tutmak iyi Müslümanlıktır.
Allah Teala'nın Al-i İmran suresinin 104 ayetindeki emri gayet açık bir emirdir: 'Sizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir topluluk bulunsun. Kurtulanlar onlardır.' Açık bir delaletle anlaşılıyor ki, Müslümanların iyiliklere çağıran, kötülüklerden uzaklaştırmaya gayret eden bir kitleye ihtiyacı vardır. Aynı surenin 110. ayetinde ise bu ümmetin farklı olmasının en temel karakterlerinden biri olarak da Allah'a iman gibi iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın öne çıkarıldığını görüyoruz. Eğer bu ümmet, farklı ve üstün bir ümmet ise bu, kendi kendini kontrol eden ve her ferdinin kendini dininin hizmetçisi, iyiliklere davet eden davetçisi, kötülüklere karşı sivil polisi olarak gören anlayışı sayesindedir.
Namazdan temizliğe kadar iyiliklere davet, alkolden müstehcen sözlere kadar menhiyattan uzaklaştırma görevi, 'dine ait işlerden geçinmek' durumu da olan bir kitleye devredilmesi halinde ümmet bu üstünlüğü sağlayan en temel karakterlerinden birini kaybetmiş olur. Müezzinin görevi gereği ezan okuması, ezanın anlamının da namaza davet olması, namaza gelmeyenleri de müezzinin evlerinden toplamasını gerektirmez. Müezzinin de içinde bulunduğu mü'minler topluluğu, namaza gitmek kadar namaza gitmeyenleri de namaza çağırmakla mükelleftirler. Bu ümmetin hayırlı ümmet olmasının gereği budur.
Aynı şekilde kötülüklerin polisiye tedbirlerle önlenemeyeceğini, imanın şart olduğunu vurgulayan İslam'ın Müslümanları, kötülüklerle mücadeleyi polise terk ettiklerinde İslam'ı İslam yapan en bariz özelliklerden birini terk etmiş olurlar. En azından artık, İslam'ın onlara vaat ettiği huzurlu bir ortamı yaşamaktan mahrum olacaklardır. Ama daha da ileri gidildiğinde bu eksiklik onların önüne bir Yahudileşme, onlara benzeme süreci olarak çıkacaktır. (Maide suresi, 78,79) Bu görevimizi, dinimize sahip çıkmak olarak da adlandırabiliriz. Ama adı ne olursa olsun gerçek şudur: Müslümanlar, dinlerinin ve dinlerinin onlardan beklediği iyi şeylerin hamisidirler. Kötülüklere karşı her Müslüman bir tür polistir, zaptiyedir. 'Bana ne'cilik, sonunda duaların bile kabul edilmesini engelleyen bir hastalıktır.
Eğer Ümmeti Muhammed, en büyük özelliklerinden birini imamlar ve müezzinler gibi bir sınıfa devretmişse bunun akıbeti hayır olmaz. Din hepimizindir. Hepimiz cennete talibiz, cehennemden korkuyoruz. Ama dinin yükü bir grubun omzunda ve gerisi, onların maaşını temin ettiği için kendilerini rahat hissediyorlarsa böyle bir mantık makul olamaz.
Müslümanlar olarak önümüzde iyi örnekler olarak gördüğümüz ashabı kiram üzerinden yapacağımız bir tahlil bizi aydınlatabilir. Her biri Kur'an hafızı hatta hadis hafızı olmadıkları halde gördükleri kötülüklere karşı hazır kadro gibi davrandılar. Herkesin cennete girmesini isteyen bir anlayışla Allah'a davet ettiler. Uzak yakın ayrımı yapmadılar.
Müslümanların dinleri adına çalışmakla yükümlü olmaları sadece dinin yüklediği bir görev olarak da algılanmamalıdır. Huzur ve güven isteyen herkes, istediğini bulmanın bir gereği olarak istediği için çalışmak durumundadır. Hazır bir huzur ve hazır bir güven ne kadar sürekli ve kalıcı olabilir? Kendin için istediğini başkaları için de istemek sosyalleşmenin, insan topluluğuna üye olmanın adeta şartıdır. Herkesin istediği bir şey için toplu istek kadar toplu koruma da olmalıdır. Kaldı ki bizim Allah için kardeşler olmamız zaten bize birbirimizi kollamayı gerektirmektedir. Fedakarlık ve verebilme ruhunun yansıyacağı ilk alan bu olmalıdır. Zekatın ötesinde zorunlu olmayan sadakayı verebilecek idrak gibi bu idrak da akidemizden kaynaklanmalıdır. Yoksa bu ümmet, geçmişindeki iyi insanların iyiliklerini, fedakarlıklarını saymakla iyiler arasına katılmış olamaz. İyiliklerin yayılması, kötülüklerin durdurulması, kitaplar yazılması, seminerler verilmesi, flamalarla vatandaşların ikaz edilmesiyle yetinilebilecek bir eğitim değildir. Flamalardan çok yüreklerin sahiplenmesiyle gerçekleşebilecek bir eğitim için dinini derdi edinmiş Müslümanlar muhakkak bulunmalıdır. Her Müslüman bu şuurda olmalıdır. Dini göğüslenmiş nesillerin, dinden geçinen nesillerle aynı olmadığını artık iyi idrak etmiş olmalıyız.
Gemimizin delinmesine karşı sessizlik bir eksikliktir. Bu eksiklik doğrudan dinden eksiklik değildir. Toplum insanı olma, bütün mü'minleri kardeş bilme anlayışından doğan eksikliktir. Bir kişinin cehenneme girmesine karşı esef etmemek aklanamaz bir lekedir.
Yeryüzünün herhangi bir köşesindeki zulümlerden bir zulüm, geminin su alma sebebidir. Her yolcu acilen gemiyi delip su alanlara karşı müdahaleci olmalıdır. Gemimiz ve yüzdüğümüz okyanus önemli değildir. Biz nerede isek orası okyanustur. Ev, sokak, mescit, vakıf, köy, şehir, market... Her yerde ve her zaman yol üzereyiz. Bu sorumluluğumuzun adına biz kısaca Allah'a davet sorumluluğu da diyebiliriz. İçerik ve sonuçlar bizi hareketlendirecektir. Buna cihat da denebilir.
Allah Teala'nın indirdiği dininin hükümranlığını yitirmesi, mü'minlerin bile O'nun indirdiği dışında bir şeyle hüküm veriyor olmaları müdahaleyi gerektiren bir durumdur. Müslümanların yaşadığı toplumlarda rüşvetin kol gezmesi, insanların haklarını elde edemeyişleri, zayıfın hakkının korunmadığı tutumların revaç bulması, toplumda aldatma, hile ve tuzak varlığı Müslüman'a görev çıkarmalıdır. Gıybetin mübahlaşması bile dikkatten kaçmayacak bir korsanlıktır. Nemime bile gemiyi deler. Yalan, istihza, sövme, iffete sataşma ve dilin ölçüsüz hareket edebilmesi acil müdahale sebeplerindendir.
Bugün aile yapımız su almaktadır. Nesilleri yetiştirecek eğitim sistemi bize ait değildir; bize ait olmaması bir kenara, eğitim değildir. Mescitler bile saf ibadet noktalarımız olmaktan çıkmaktadır. Kardeşlik telakkimiz, başka anlayışlarla çevrelenmiştir. Yaşadığımız apartman daireleri hatta o dairedeki aile erimektedir. Hiçbir Müslüman, kimsenin namaz kılmadığı bir apartmandan sabah namazında camiye gitmekle kendini mesuliyetten kurtaramaz. Hepimiz namaz kılmak kadar namazı ihya etmek ve yaymaktan da sorumluyuz. Zira bu ümmetin hayırlılığı, iyiliği yayması ve kötülüğü engellemesi şartına bağlanmıştır.
Ashabın yaşadığı kardeşlik bizim hayallerimizde bile yer bulamamıştır. Topyekün bir silkinme ve ayağa kalkma hamlesine her zamankinden daha çok muhtacız. Topluca işgal edilen topraklarımız bile hareketlenmemize sebep olmuyorsa kat edeceğimiz yol çok uzun demektir. Sadece Filistin meselesinin bir Arap meselesi olarak anlaşılması bile halimizi göstermesi bakımından yeterlidir. Medya gücünü mü kullanırız, kendi eğitim sistemimizi mi inşa ederiz; her ne ise yapacağımız, onu yapmalıyız.
Dernek ve vakıflar kurmak yetmiyor. İri iri tüzükler hazırlamak, konuşmacılar çağırıp konferanslar dinlemek yetmiyor. Her birimiz çöllere düşen, dağlar aşan sahabiler olmaya mecburuz. Çare yok; iş başa düşmüştür.